19 Nisan 2012 Perşembe

BİR KADIN GÖRDÜM...


 BİR KADIN GÖRDÜM…

Bir kadın, oturmuş bir ıhlamur ağacının altına. Çekmiş bacaklarını karnına, koymuş başını hüzünle dizlerine ve elleriyle kavramış sımsıkı ayaklarını. Düşüncelere dalmış görünüyor uzaktan. Yorgun, çaresiz bir hali varmış hissine sokuyor beni bu içe büzülmüş hali. Dış dünyaya kapatmış kendini ve küsmüş bir küstüm çiçeği gibi adeta. Açık kahverengine salmış kendi tenini. Sonra; sanki solmuş yaprakları. Mevsimlerden ilkbahar oysa… Ilık bir sıcaklık okşuyor yanakları. Rengârenk çiçekler açmış ağaçların dallarında. Sonra bir leylak ağacına takılıyor gözüm. Mor çiçekleri büyülüyor beni. İzliyorum öyle uzaktan kadını ve çevreyi. Yumuşak dokunuşlarla esen rüzgâr, Ihlamur kokularını öyle savururken kadının burnuna, kederle karışık soluyor kadın ıhlamur çiçeklerinin o ıtırlı kokusunu. Sonra ıhlamur kokusuna leylak kokusu karışıyor. Ahenkli bir dans başlıyor aralarında. Bir aşk doğmuş gibi aralarında el ele veriyorlar. Rüzgâr da hafif bir melodiyle eşlik ediyor onlara. Kadında farkında bunun. Ve onun için dinliyor doğanın eşsiz şarkısını ve sindire sindire çekiyor bu tünsülerden daha güzel buhuru içerine. Sonra bir de bakıyorum oturduğu yerdeki yapraklar ıslanıveriyor birer birer. Anlıyorum ki ağlıyor. Kim bilir niye ağlıyor. Kim bilir hangi can acısıyla kıvranıyor. Hangi insafsız sancı vurdu kim bilir kıyılarını. Bilmiyorum ama gizlenen sırrı bilmek için bende merak duygusuyla kıvranıyorum. Hava kapanıyor birden. Kafamı kaldırıyorum gökyüzüne, gri kurşuni bir renge salmış birden kendini. Böylesine apansız bir değişim ürpertiyor kalbimi. Bir kasvet sarıyor beni. Sonbaharın kasveti. Zamansızlık içinde bir zamanda ilerliyor saatler. Bir de ne göreyim kadının yaslandığı ıhlamur ağacı döküyor yapraklarını. Leylağın o canlı mor renginden eser bile kalmamış. Kadın; bakıyorum da hiç bozmuyor istifini. Sonra köşedeki dev çiklembit ağacının nasılda heybetle kendini rüzgâra teslim ettiğine şahit oluyorum. Birden bir acıma duygusu çepeçevre sarıyor ruhumu. Kurtarmalıyım diyorum kadını. İmdadına yetişmeliyim diyorum. Ne var ki imdat eylemiyor. Ama yine de gönlüm el vermiyor acısına. Bir adım atıyorum nihayet ona doğru. Acısına doğru. Öfkesine doğru. Çekip kurtarmak bu kasvetten ve kendine gelmesini sağlamak istiyorum. Koşuyorum onun yoluna doğru. Ama daha şaşırtıcı bir şey var ki ben koştukça yollar uzuyor. Aramıza fersah fersah mesafeler giriyor. Hava şiddetini arttırıyor ve bir fırtına kapıya dayanıyor. Sanki bir güç engelliyor ona ulaşmamı. Çakan şimşekler gözlerimi kamaştırıyor, öyle uzaktan çaresiz bakakalıyorum. Ağlıyor yüksek sesle. Duyuyorum. O ağladıkça yağmur yağmaya başlıyor. O çığlıklara boğdukça kendini şimşeklerde o derece şiddetle çakıyor. İçim parçalanıyor adeta. Dokunamıyorum gözyaşlarına. Yüzünü göremiyorum hiç. Çünkü başını bir kez olsun kaldırmıyor dizlerinden. Sesleniyorum kalk diye, kalk ve diril bu ölümden. Girdiğin bu dehlizden çık diye sesleniyorum. Beni duyar gibi oluyor ve hafifçe kaldırırken başını kısa bir an da olsa gözlerini görüyorum. Çok tanıdık bir çift göz… Sonra aniden aramızdaki yol bir uçurum gibi yarılıyor ve ben düşüyorum bu uçsuz bucaksız uçurumdan aşağı doğru. Nihayet son bulacak iken açıyorum kendi dünyama gözlerimi. Nefes nefese inip kalkıyor göğüs kafesim. İçimde garipçe bir daralma hissi.  Pencereye yağmur vuruyor şıp şıp…
Anlıyorum ki kederine yetişemediğim, yarasına dokunamadığım, yeşil gözleri olan bir kadın gördüm rüyamda…

AĞULUDUR YALNIZLIK...


AĞULU SARMAŞIKLAR MİSALİ YALNIZLIK...

Yalnızlığın acısını tadanlar bilir; ağuludur, ağudandır,
Ağulu sarmaşıklar gibi zehirlidir yalnızlık…  
Çepeçevre kuşatır çünkü dört bir taraftan tüm benliği.
Sarmaşıklar misali sıkar ve kırar tüm kemiklerini. Ne güç bırakır ne takat bulaştığında.
Emer bir bit gibi tüm canını, kanını.
Teslimdir yalnızlar yalnızlığın ağusuna. Çünkü çivi ancak çiviyi söker bilirler. Onlara neyin müstahak olduğunu bilirler. Bağışıklık kazanır bedenleri.  Zira tadı damaklarında bir iz taşır çoğunun. Gecenin zifiri karanlığından daha koyu bir karalıktadır yapraklarının rengi.
Ama…
Mavi bir gökyüzü kadar can alıcıdır rengi karasının. Bir firuze taşı kadar şeffaf...
Ağuludur yalnızlık lakin Katiyen bir yük değildir biline sırtlarda. Ne var ki sever yalnızlar bu zehri, sever ve kabullenir. Sever ve kuşanır zırh olarak. Tıpkı bir âşık gibi Sever ve sahiplenir.
Böylece sıkı bir dostluk başlar aralarında ebediyen.
Kim bulamıştır bu zehri damaklara bilinmez ama kalıcı bir ağudandır onun zehri.
Bir zehir ama panzehiri yine kendinden hazırlanan, yine kendi zehriyle beslenen tüm zehirler gibidir onun da zehri.
Zehri yalnızlık olanın panzehiri yine yalnızlıktır.
Sonra…
Gecelerdir sığınak. Bilirim; Çoğu zaman acıların en dindirebilir tarafı olmuştur geceler. Yalnızlığın ağusuna bulananlara kaçınmasız tek şifadır.
Bir nağme söyler diller sonra. Bir alkış tutar yine kendilerine.  Zafer çığlıkları atarlar tan yerinin ağarması ile. Bu savaşın galibi olurlar çünkü her seferinde.
Ve güne sağlam adımlarla olmasa da sağlammış gibi basarlar. Gizleseler de bir ağu'nun müptelası olduklarını bu sır aşikâr eder kendini eninde sonunda elbette. Hüzündür onların diğer bir belirtisi. Diğer bir belirtisi de gözyaşıdır. En zayıf yerde tutar ve çeker yakasından onları. Kalabalıklar içinde savurur rüzgâr misali oradan oraya. Nasıl bir fırtınanın içinde olduklarını anlamadan alay eder rüzgâr onlarla. İncitir duygularını. Hassastır yaraları, kanar durur bir iç kanama gibi. Sonra insafsız bir cerrah acımadan deşer yaralarını ve içte kanayan yarayı dışa çıkarır.
Gündüzler bir örtü değildir geceler kadar. Yalnızın halinden bilmeyenler dost değildir yıldızlar kadar. Çünkü yalnızlık aşina olmadıysa bir kimseye merhamet nedir öğrenmemiş demektir. Sır ne demektir öğrenmemiştir. En önemlisi de hüzün nedir öğrenmemiştir.
Ve sadık değillerdir hüznü bilmeyenler.
Hele sırdaş hiç değillerdir. Güçsüz anını bir kurt gibi bekleşir dururlar sokak kapısının önünde. Ve saldırı verirler hiç umarsız. Açlıktan salyalarını savururken geçiriverirler azı dişlerini. Zevk alırlar bu kavgadan.
Her zaman böyledir bu denge.  Ama değişmelidir artık bu düzen! Yoksa Güçsüz olan yine güçlüye yenik düşecektir çaresizlik içinde. Sesler yükselmelidir dahi göklere çıkmalıdır cılızlaşmadan. Alabildiğine gür, alabildiğine güçlü olmalıdır.
Yanılgı o dur ki yalnızlık bir başkadır yine de. Topyekûn güçsüzlüğü ifade etmez. Yarımdır zafiyeti, yarımdır, hüznü. Bilakis güç verir kimi zaman kişiye. Karşıdan yalnızlığın ağusuna yenik düşüyormuş gibi gelse de bedenler, dedim ya çivi çiviyi söker diye. Bir yanılgıya sürükler karşıdan bakanları. Aslında zehir zannedilen panzehiri olabilir. Acı zannedilene aşk duyulabilir…
Sizce hangisi daha bedbaht durumdadır sahi?
Kim daha acınası hale düşmüştür. Zayıf olan mı? Yoksa zayıf birini avına düşürmek için saatleri günleri sayan mı? Kim daha çok düşman sayılır? Kendini yalnızlığın ağusuna tatlı bir bala parmak çalar gibi zevkle çalan mı? Yoksa zayıfı sinsice ve kurnazca hiçbir savaş kuralına uymadan hazırlıksız avlayan mı?
Hangi suç affedilir?
Hangisi hangisinden hafif addedilebilir. Hangisinin uğradığı vicdan zafiyeti daha ağır gelir kurulacak olan terazinin keselerine?
Cevaplar iki elin parmağını aşacak kadar çoktur. Zira herkesin kendine göre vardır bir cevabı. Yek değildir hiçbir cevap. Herkesin cevabı kendine özel ve kendine evrenseldir mutlaka. Görecelidir zevkler gibi. Tartışılmaz mı o ayrı bir konudur ama. Herkes kendi cevabını kendi vicdanına verirse bu bir bakıma yatıştırıcı olur. Vicdan en büyük yargıcıdır insanın. Vicdan en iyi hâkimidir de avukatıdır da. Sesi bir yükseldi mi boynu kıldan ince olur kişinin. Her kese, her şeye verecek bahane bulurda vicdana verecek cevapları azdır çoğunun.
Dedim ya ve diyeceğim yine o dur. Yalnızlık ağuludur. Ve düşman kol gezer zayıfın etrafında. Ama mutludur yalnızlar. Ama düşman! Aman düşman!
Düşmesin bu yanılgıya çünkü bu Ağu yataklara değil ayağa kaldırır. Bilmiş ola ve gardını ala!