23 Haziran 2012 Cumartesi


ALLAH (cc) HERKESE AKIL DAĞITIRKEN SEN NEREDEYDİN?


Babası yerinden kalkmaya üşendiği için(!) işini oğluna yaptırmak ister. Kalk da oğlum şu televizyonun antenini düzeltiver der. Küçük çocuk kalkar ve kendi becerisi ile düzgün görüntü gelsin diye anteni babasının talimiyle düzeltmeye çalışır. Sağa çevir oğlum, sola çevir oğlum, öne eğ oğlum arkaya eğ oğlum… Görüntü bir türlü gelmek bilmez, bir türlü düzelmez. Artık oturduğu yerde sabrı tükenen baba bunu oğlunun beceriksizliği olarak görmeye başlar. Akabinde, oğlum sağa çevir diyorum, anteni düzgün bile tutmuyorsun deyip asabileşerek, oğluna sitem ederek ve aşağılayarak işini gördürmeye çalışır. Hem üşenip yerinden kalkmaz hem de küçük çocuğunu azarlar. Oğlum aklın yok mu senin? Bir işi beceremedin! Der. Ve dahası ekler; Allah herkese akıl dağıtırken sen neredeysen (!)diye. Böylesi azarlar küçük çocuğunu.

Her şey bir yana kendi işini yapmayıp yaptırması gibi, bir de çocuğunun aklı olmadığını ima eden bir tavırda bulunmuştur. Peki, akıl nasıl bir şey? Eksikliği ya da varlığı nasıl anlaşılır? Ya da bu tabirdeki gibi Allah (cc) akıl mı dağıtır ve kulda bu sırada gezinir mi?

AKIL NEDİR?


Kitabi bilgi olarak araştırıldığında akıl şöyle ifade ediliyor; İnanın düşünme, bilme, davranışlarını belir­leme, denetleme ve yargılaması ya da iyiyi kö­tüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırmasıyla ilgili kabiliyeti veya dirayetine topluca akıl denir.

Belli yargıların başka yargılar ile mantıksal bağlantılarını kavramak; olayları yönlendiren ve düzenleyen ilkeleri (kanunları) bulmak, dolayısıyla geleceğe ilişkin ya da gelecekte olacak olaylar konusunda öngörüde (feraset) bulunmak kabiliyeti şeklinde de tanımlanabi­lir. Pratik yönden akıl ulaşılması istenen ama­ca veya hedefe götürücü araçların bilerek ve tam olarak uyarlanmasıdır.

Kitabi bilgilerin yanı sıra Kur'ani ifadeyle de bakıldığında akıl yukarıdaki tanıma uymaktadır. Tabiidir ki Cenab-ı Hak biz kullarına sayısız nimetler bahşetmiştir. Bu nimetler içerisinde de şüphesiz ki en önemlisi ve kıymetlisi akıl nimetidir. Zira Peygamber Efendimizin aklın yaratılışı ve hikmeti hakkında;

Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır. Ona "gel" dedi o da geldi, "dön" dedi, döndü. Sonra ona otur dedi oturdu. Konuş dedi konuştu. Sus dedi sustu. Ardından Cenab-ı Hakk akla hitaben: "izzetim cemalim azametim büyüklüğüm, saltanatım ve ceberutum hakkı için söylüyorum ki, bana senden sevgili, bana karşı senden daha iyi bir mahlûk yaratmadım. Seninle itaat edilir. Seninle alır, seninle veririm. Buyurduğu rivayet edilir. Yine Cebrail (as) ile Âdem(as) arasında geçen şu hadise de aklın değerini beyan etmesi bakımından pek manidardır;  Cebrail Aleyhisselam aklı, hayâyı ve imanı Âdem aleyhisselema getirip dedi ki:

_ ya Âdem! Allah-ü Teâlâ sana selam ediyor getirdiğim şu üç hediyeden birini kabul etmemi emir buyurdu.
Âdem aleyhisselam:
"getirdiğin bu üç hediyeden aklı kabul ediyorum deyip aklı aldı.
Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam iman ve hayâya haydi siz gidebilirsiniz dedi.
İman:
Allah Teâlâ emir eyledi ki akıl nerede ise sen orada ol. Bunun için ben akıldan ayrılıp gidemem.
Hayâ da: Allah-u Teâlâ bana da aynı şekilde emreyledi bende akıldan ayrılıp gidemem dedi…

PEKİ, AKILLI İNSANIN DAVRANIŞLARI NASIL OL(MALI)UR?


Akıllı insan nasıl belli olur diye bir soruya cevap olarak merhum Musa topbaş Hoca Efendinin akıl ile ilgi şu tespitleri çok açıklayıcıdır:
Akıllı İnsan: yalnız kendisini düşünmez, Müslümanların, cemiyetin dertleri ile dertlenir.

Akıllı insan: hem kendini Hakk”a verir hem de ailesi, çocukları ve yakınları ile alakadar olur. Onları maddi manevi bakımdan tenvir eder yani bilmediklerini bildirir.
Akıllı insan: aile efradının, çocuklarının terbiye ve eğitimi ile meşgul olur. Onları başıboş bırakmaz.

Akıllı insan: ailesinin ve çocuklarının dünyada huzurlu bir hayat sürmelerine itina eder. Diğer taraftan da kalplerine Allah ve peygamber sevgisini telkin eder.

Akıllı insan: ne yapacağı yani gayeyi bilir sonra ona göre hareket eder. Gayeyi bilmeyen ne yapacağını bilmez. Akıllı olan evvela çuvalın deliklerini yamar. Ondan sonra içini doldurur. Delik yahut çatlak kaba ne konursa konsun içindekini muhafaza edemez er geç boşalır.

Tüm bunlardan hâsıl olana baktığımızda diyebiliriz ki; bir Müslüman aynı zamanda nazik ve kibar olmalıdır. Ona kabalık yakışmaz. Bu minvalden bakıldığında Allah akıl dağıtırken sen neredeydin tarzında argo bir ifadeyle karşısındakine hitap etmez. Zira yüce Mevla aklı kulları arasında bölüştürmüştür. Herkesin nasibinde ne varsa kısmetine o düşmüştür. Aklını en iyi şekilde kullanmakta insanın kabiliyetindedir. Yukarıdaki örnekte eğer baba olan kişi üşenmeyip kalksaydı ve kendi işini kendi görseydi  dahası çocuğuna da öğretseydi daha akıllıca davranmış olacaktı ve Yüce Rabbimizin verdiği akıl nimetini anarken de böyle bir argoyu sarf etmeyecekti. Başkalarını etiketlemeden evvel kendimize yönelsek şüphesiz daha hayırlı bir iş yapmış olacağız.
 E ne demişler; ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz!

22 Haziran 2012 Cuma

AYNALARA KÜSKÜN


Zaman akıp giderken ellerimden
Ben soluksuz bir nefesin ardında,


Hırçın bir çocuk gibi oyalanırken hayatla
Her geçen gün biraz daha tükeniyorum.



Yorulmuş bir can benimki
Solgun bir ömrün ardında bıraktıklarım
Ve zamanın ardına saldıklarım
Her geçen gün biraz daha fazla
Biraz daha fazla yoruyor beni.


Ruhumu kuşatıyor çember misali;
Aradıklarım!
Ve ben o çemberin etrafında ne kadar tur atsam da
Tüketiyor beni bulamadıklarım!


Yürümekten ayaklarımda nice yaralar
Gözyaşlarım tek yoldaşım uzun zamandır
Usandım zamanın hızında yavaş kalmakta
O akıp giderken ben durmaktan
O giderken ben hep ona koşmaktan...

Şimdi tutamadığım, tutunamadığım zaman
Kayıp gitti ellerimden
Ben gerilerde bir yerde bir lambanın ardında
soluklanmaktayım nefessiz
Çaresizliğimi karanlıklarda saklıyorum
Her sabaha maskelerimle uyanıyorum
Korkuyorum aynaların yüzünden
Ya da bildiğim
Ne var ki bilemezlikten geldiğim bir şey;
Ben Kendimden korkuyorum.


Sarmaşıklar sarmış bütün afakımı
Ben bütün bunları bilmekten,
Aynalarda kendimi görmekten,
Avcısından korkan ceylan gibi;
Korkuyorum…




Tuz buz…




Sevmek güzeldir kime sorsanız. Ama sevilmek kat be kat güzeldir. Eğer sevmek mefhumu karşılıklı ise daha değer kazanır gönüllerde. Nihayetinde bir sevmek ve sevilmek arzusu vardır hissiyatlarda.

Sonunda bir gün; sever ya da sevilir insan. Yeşerir sevgiyle, doğar en baştan bir çiçek gibi. Sevdiği kadar sevilir, sevildiği kadar sever.




Peki ya gerçekten böylemidir sevgiler? Sevgiyi ölçen bir kantar mı vardır da insan sevdiği orantıda sevildiğini zanneder? Ya da zannetmek mi ister. Zannederim ki; zannın çoğundan sakının derken yüce Mevlam; insanın kendi kendini boş fikir ve emellerle aldatmasını da önlemek istemektedir. Çünkü zan; çoğu zaman kişinin sadece kendini kandırmasıdır. Zira sevgide aynı ölçüde karşılık diye bir kural olsaydı, ağlayanların sayısı bu denli fazla olmazdı.

 O halde diyebiliriz ki Ne geliyorsa başımıza zannımız, zannetmemiz yüzünden geliyor.

Nasıl mı? Biz; seviyoruz büyük bir sevgiyle ve karşımızdakinin sevgisini de büyütüyoruz gözümüzde. Sevgi karşılıklı olmaya yüz tutmuş, umut bağlamış olunca da sevginin etrafını dikenler kuşatmaya başlıyor. Beklenti dikenleri… Hani sevginin eşit bir ölçüsü olduğu zannındayız ya, Ben sevdim 10 gram sevgiyle, o da seviyor 10 gram sevgiyle ya, böylelikle zannın kuyusuna düşüveriyoruz farkında olmadan yavaş yavaş. Duygular bir kilo un, yarım kilo şeker miktarına nasıl olurda indirgenir oysa.  Beklentilerimiz yanılgımızı yüzümüze vurmaya başlıyor böylelikle. Su üstüne çıkıveriyor bu sebeple gerçekler. Farz-ı misal sevgi ne ister, neyle büyüyüp çoğalır diyebiliriz? Emekle, fedakârlıkla, çabayla, özveriyle… Hal böyle olunca biz 10 gram fedakârlık yaparız ve bekleriz; 10 gram fedakârlık. Böylelikle her değerin değerini aynı ölçüde ummaya başlarız. Sonuç ise ancak bir yanılma bir hüsrandır. Çünkü cayar bir taraf… Geçer sevgiden… Hani zannımıza ne oldu? Hani sevdiği kadar sevilirdi insan? Hani sevildiği ölçüde de severdi?

 Öyle değil işte işin aslı. İnsan ölçü belirlemeden, karşılık ummadan sevmelidir. Aksi takdirde o duygu sevgi değil sadece karşılıklı menfaat ilişkisidir.  Al gülü ver gülü deyimi tam da bu tür sevgiler içindir.  Bir insanın elinde zaten bir gül var ise yine başkasında olan aynı gülü neden istesin ki? Gülü yine gülle takas etmek hangi mantığın ürünüdür? Sevgide karşılık beklemekte bu minvaldedir o sebeple. Zaten elde ettiği sevgiyi başka bir sevgiyle değiştirmek ister insan. İnsan sevgiyi buldu mu başka ne istesin? Sevmek ömre bedeldir kuşkusuz. Hele beklentisiz ve zansız ise içi, dışa vurumu da o denli içtendir. Nasıl ki bir insana içinde ki yüzüne, dışına yansımış deriz, sevginin de içini ne ile doldurursak dışa ancak o vurur. Saflık, doğallık, içtenlik…

Dolayısı ile diyebiliriz ki sevmek güzeldir.  Hele İçi karşılıksız duygularla doluysa daha bir güzeldir. Seven, beklentisiz bir insan olmak; sevilip, sevemeyen bir bencil olmaktan evladır.



Peki, başlıktaki tuz buz neyi mi ifade ediyor? Küçük bir çocukken oynadığım tuz buz adlı oyunu ifade ediyor. Birkaç kişinin bir arada aynı hareketleri yanılmadan yapması gerekiyordu. Ölçüyü kaçıran saf dışı kalıyordu. Çocukken oyunlarda bir ölçü bir kıyaslama vardı sadece. Sevgiler ise karşılıksızdı. Dahi çıkarsız, saf ve temizdi. Şimdi ise sevgiler bencil duygularla kırık camlar misali tuz buz olmuş ayaklar altında!