4 Mart 2012 Pazar

FAL'A İNANMA FALSIZ KAL (MA)!

FAL' A İNANMA FALSIZ KAL(MA)!
Birçoğumuz kahve içmeyi severiz kuşkusuz. Sabah kahvaltıdan sonra gazetemizi, kitabımızı okurken vazgeçemeyiz ondan bir türlü. Yazılarımızı yazarken, el işimizi yaparken mutlaka bir iki yudum içeriz. Bazılarımızın içmeyince başı dahi ağrır; bu cümleyi sizde çok sık duymuşsunuzdur eminim. Dahi ev gezmelerinin de olmazsa olmazıdır kahve. İki dost bir araya geldi mi iki muhabbetin arasına kahve kokuları sinmeden sohbetin tadı alınmaz. E birde büyükler bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur demişken nasıl olurda kahvesiz bir sohbet düşünülebilir? Peki ya sonrası? Hazır o kadar kahvelerimizi içmişken, fincanlar da soğumamışken birde fincan kapama âdeti vardır. Fal'a oldum olası inanılmasa da falsız da kalmayalım niyetiyle kapatılır fincanlar. Öyle ki artık fal'a inanma falsız da kalma cafelerini bile bulmak zor değil. Sokak araları kahve falı baktırma mekânlarıyla dolmuş. Sorsanız kimse inanmıyor ama eğlence olsun(!) diye baktırıyor falına.

İnsanoğlu asırlar boyunca bildiklerinin yanı sıra bilmedikleriyle de meşgul olmuş ve en önemlisi geleceği öğrenme merakı kuşatmıştır dört bir tarafını. Hal böyle olunca nice kehanetlerin peşinden koşmaktan tutun yıldız fallarından, kum fallarına ve dahi kâğıt fallarına kadar gelecekten bir katre olsun haber alabilmek uğruna her yolu denemişlerdir. Kuşkusuz kahve falı da bu ihtiyaçtan doğmuştur. Küçücük kahve fincanının içinde uzun yollar mı çıkmaz, kısmetler mi bulunmaz, şaha kalkmış atlar mı sığmaz... Evet, çoğunun aslı astarı yoktur ama geleceğe dair iyi birkaç şey duymak hoşumuza gider. İnanmayız aslında fala ama baktırmakta isteriz. İnanmadığımız bir şeyin bize ne sakıncası olabilir ki? Demeyin!

En'am suresi 59. Ayeti kerime de "ve gaybın anahtarları O'nun katındadır; onları ancak O bilir. Hem karada hem denizde ne varsa bilir…" buyrulmaktadır. Vaziyet icabıdır ki geleceğin bilgisi ancak yüce Rabbimizin katında gizlenmiştir ve geleceği öğrenme girişimleri de boş bir beklentiden öte değildir. Yine Peygamber Efendimiz de fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed' e indirileni inkâr etmiş sayılacağı, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceği şeklinde şiddetli bir uyarıda bulunmuştur. (Müslim, selam, 125; ibn Mâce taharet 122) ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere fal'a ister inanalım ister inanmayalım baktırmak dinen caiz değildir.

Bu gerçeği İslam ilmihalindeki şu açıklamalar da doğrular niteliğindedir. Şöyle ki; Gaybı bilme ve geleceği görme iddiası taşıyan, Allah'tan başka varlıklardan yardım alma, ümit etme gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alı koyan her türlü hurafe, batıl inanç ve uygulama yasaklanmıştır. Bu sebeple de çeşitli kültürlerde birçok tarz ve yöntemiyle yaygınlık kazanmış bulunan her türlü fal ve falcılık, mesela; tuz falı, kahve falı kurşun dökme, el içi falı, gibi fallar da İslam'ın inanç ve bilgi sistemine uymaz. (İslam ve toplum; Türkiye diyanet vakfı ansiklopedisi) denmektedir.

Bu bilgilere dayanarak diyebiliriz ki bizim eğlence amacı güttüğümüz kahve falı doğru bir eğlenme biçimi değildir. Biz yine soğuk kış günlerinde kahvenin sıcaklığıyla ruhlarımızı ısıtalım lakin fal'a inanmadığımız gibi falsız kalalım…

SEVGİYE İHTİYACIM VAR, KOŞULLU SEVME BENİ!


Sevgiye ihtiyacım var baba diyordu 4 yaşlarında bir çocuk; kreşin kapısından girerken. Aslında bunu sesli ifade etmiyordu. Ama bakışları, tavırları, istekleri sanki bu cümleyi bağırıyordu. İçsel bir ihtiyaçtı çünkü sevmek ve sevilmek!
Küçük çocuk, kreşin kapısına yaklaşırken babasının onu kucağına almasını istiyordu bir kedi miyavlaması gibi masumane bir ses tonuyla. Ama aldığı cevap hiçte masum bir çocuğun hak ettiği bir cevap olmuyordu. Bu da yeni mi moda oldu? diyerek reddediyordu sevgi isteyen küçük oğlunu. Bir kucak dolusu sevgiyi reddeden baba ne kadar yanlış yaptığını bilmiyordu. Belki aynı tavırla çok eskilerde o da karşılaşmıştı. Bir babaya ulaşmak ne kadar kolay ya da ne kadar zor olabilirdi? Babasının sevgisine nasıl nail olabilirdi? Şimdi bilmiyordu bunu o küçük çocuk ama zamanla babasının kendi babasıyla olan ilişkisinden pay çıkaracaktı ve oda babasının sevgisini öyle kazanacaktı. Muhtemelen zamanla göreceği şu olacaktı küçük çocuğun. Babasının sevgisini kazanmanın zannettiği kadar kolay olmadığını, bir dünya zahmetin ardından ancak bu sevgiyi elde edeceğini görecekti. Önünde o kucağı hak etmek için daha çok yolunun olduğunu görecekti.
Aslına bakarsak birçok sevgiyi elde etmekte bu kadar zor ve meşakkatli olmuyor mu?  Bir şeyleri hak etmek için çabalamakla geçmiyor mu ömrümüz? Emek vererek, zaman harcayarak, fedakârlık yaparak yol almıyor muyuz? Hep vermekten söz açılmışken ya alamadıklarımız? Bizi ne kadar yoruyor oysa! Sevilmek için çabalamakla geçiyor ömrümüz. Göze girme çabasıyla harcıyoruz tüm zamanlarımızı. Çalışkan baba olursak çocuklarımız sever; evde dört dörtlük bir anne olursak ancak takdir görürüz, çok çalışkan olursak patronumuzdan ancak bir teşekkür alırız ve bunun gibi yüzlercesine sımsıkı bağlanıyoruz sevilebilmek uğruna. Bir gün çabamızın karşılığını mutlaka alıyoruz, ya o arada geçen zaman içinde tükettiğimiz, yüreğimizden çaldığımız, yamamaya çalıştığımız ruhumuz ne yapıyor sevgisiz? Alamadığımız sevginin yerine neyi koyuyoruz telafi için?
Bir kitabında sevgi konusunu ele alan ünlü Japon yazar Masumi Toyotome; dünyada üç türlü sevgi var diyor. Bunlar ‘’eğer, çünkü ve rağmen’’ sevgi türleridir diye devam ediyor.
Masumi’ye göre eğer sevgisi; eğer iyi olursan, eğer başarılı olursan, eğer iyi bir eş olursan gibi koşullar karşılığında kişinin elde edebileceği sevgidir.
Çünkü türü sevgide ise kişi bir şey olduğu için, bir şeye sahip olduğu için ya da bir şey yaptığı için sevgiye mazhar olabiliyor. Seni seviyorum çünkü güzelsin, seni seviyorum çünkü popülersin, seni seviyorum çünkü zenginsin gibi ifadelerde karşılık buluyor.
Rağmen sevgisi ise Masumi’ye göre bir koşula bağlı olmadığı için en zor bulunan ve dünyada örneğinin de az olduğuna inandığı bir sevgi türü. Seni seviyorum kusurlarına rağmen, seni seviyorum her şeye rağmen gibi sözlerin karşılığıdır bu sevgi de.
Bu üç türlü sevgi uğruna bütün çabalarımız. Güzel isek bunun için sevilebiliriz ama gün gelip yaşlandığımızda, hayat çizgileri sardığın da tüm yüzümüzü ne olacak? Ya zenginken bir anda fakir olduğumuzda pır diye uçacak mı bizi sevenlerin sevgisi? Bunu saymazsak geriye çalışıp, çabalayıp bütün varımızı yoğumuzu ortaya koyup elde edeceğimiz sevgiye atacağız kapağımızı. İstediğimiz sevgiyi elde edeceğiz tırnaklarımızla kazıyarak. Ama sonunda bu mükemmeliyetten yorulduğumuzda ne olacak? Bütün çıkmaz yolların gelip boğazımıza kadar çöreklendiği bir zamanda yaptığımız bir hatayla aylarca hatta yıllarca bin bir meşakkatle dizdiğimiz o domino taşları yıkılacak ve biz yine koşullara göre sevenlerin koşulları ortadan kalktığında yalnız ve sevgisiz mi kalacağız?
 Öyle görünüyor ki her şeye rağmen sevgisi tek kurtuluşumuz. Ne var ki bu sevgiyi bulmak ve elde etmek zor olduğu kadar bu sevgiyi karşımızdakine vermek de bir o kadar zor. Bırakın yakın bir dostumuzu her şeye rağmen sevmeyi öz ve öz evladımızı dahi sevmeyi koşullara bağlıyoruz. Belki bugün oğlunu kucağına almayan bir baba öğretmeninden övgü aldığı vakit hak ettiği için krallar gibi taşınacak kucaklarda ve oda anlayacak ve öğrenecek sevmek ve sevilmek öyle bedavadan olmuyor. Ne o koşulsuz sevecek ne de koşulsuz sevilecek. böylece bir kısır döngü içerisinde sürüp gidecek sevgisizliğimiz. Zira ne biz hatasız mükemmel insan olabiliriz ne de karşımızdaki hatasız, mükemmel bir insan olabilir. Ama şu da bir gerçek ki hepimizin, yediden yetmişe hepimizin sevgiye ihtiyacı olduğu gerçeği hep bir kenarda duracak. Ve içimizde sessiz bir feryat olarak yankılanacak ‘’her şeye rağmen sevgiye ihtiyacım var, koşulsuz sev beni’’…

BEN BİLMİYORUM YA SEN?


NİÇİN BİR MELAL KAPLAR YOKLUĞUNDA İÇİ Mİ?
ADIMIDIR YOKSA  YOKLUĞUNUN?
ZİNCİRLENMİŞ BİLEKLERİME,
VURULMUŞ AYAKLARIMA PRANGALAR
YOKSA BÖYLE Mİ ÖĞRENİR İNSAN SEVDİĞİNİ?

HER DAİM CANIMIZ CENNETTE Mİ OLMALI? OLMADIĞINDA NE YAPMALI?


Bir solukta neler çekmez insan içine. Ta ciğerlerine anlık mesabede neler doldurmaz ki? Hüzünleri doldurur, yüreğinin en ücralarına, aşkı sindirir yürek zarına, dertleri sindirir. Bir solukta neleri hapseder başka başka bir bilseniz...

Bir yalnızlık vurdu mu kıyılarıma, yosun kokularını içime çeker gibi çekerim yalnızlığı da bir nefeste ta içerime. En tepeden, en aşağıya kadar batarım çukuruna yalnızlığın. Bulanır her bir zerre miskal hücrelerime. Sırça yüreğime çöreklenir sonraları.  Bir kırlangıç misali göç etse de bu duygular, hep benim bir parçam olarak ilk sırada yer alır. Nahif bir can taşırım omuzlarımda. Nahif ama bir o kadar ağır kütleye sahiptir.  Bazen yaralar geçer omuzlarımı bazense en yakın, biricik, yoldaş, sırdaş oluverir.

Cam kırıkları batar canımın en öpülmemiş, en dokunulmamış zerrelerine. Parmak uçlarımı kanatır saatlerce. Hüzünler bir ışık huzmesi gibi çakar beynimde. Gürültüsüyle sesim cılızlaşır adeta. Nefes nefes dolar bağrıma. Aldığım soluklar, vermeye sıra gelince dizilirler boğazımın tam ortasında. Çaresizlik başa düşman olur adeta. Kışkışlamak yetersizdir. Bir çöreklendi mi, bir oturdu mu hayatımın merkezine, tavaf eder dururum etrafında. Afakımı sarar çıkmaz sokaklar. Bir çıkış, bir yol, bir iz bulamaz olurum. En şiddetlisinden bir fırtınaya tevafuk ederim. En acımasız tarafıyla hoyratça savurur beni bir oradan bir buraya. Bunca gayret, bunca çırpınışın sonu kurtuluş olur mu bilemez olurum.

 Bir muammaya kapı aralasa da duygularım; ümitlerimi israf etmem öyle her zorluğa. Pencerelerim her daim açıktır rüzgâr esintilerine ılık ılık. Uzaklardan gelirler de buyur ederim içerime. Perdeleri örtmem katbekat üzerlerine. Misafirperverdir yüreğim acılara olduğu kadar sevinçlere de. Balonlar uçururum rengârenk gökyüzüne.

Pencereleri açık olmalı bir insanın. Kapatmamalı kendini ve ruhunu perdelerle. Sırçadandır yürek ama bir paye mesabesine ulaşmanın yolu ise açık olmaktan geçer bilirim. Sindire sindire, yaşamalı bu hayatı. Sevinciyle, kederiyle kabul görmeli bizde. Yalnızlığıyla, kalabalığıyla sevilmeli hayat. Her bir duygunun değeri ayrı ayrı bilinmeli. Zira öyle olmasaydı ne olurdu bir düşünsenize? Ümitsizlik olmasaydı; ümit etmenin kıymetini nasıl bilebilirdik? Yalnızlık olmasaydı; kalabalık bir ortamı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini nasıl öğrenecektik? Peki ya hiç sevgisiz kalmasaydık; aşkın, muhabbetin, dostluğun kadrini kıymetini neye göre ölçecektik.

Sürgit senelerde yaşadığımız, bir şekilde olumlu veyahut olumsuz idame ettiğimiz bu hayat bizim iyi bir öğretmenimiz aslı itibariyle. Peki ya bizler nasıl bir öğrenciyiz? Hayatın kelimelerini anlamakta eminim zorluk çekiyoruz. Bizimle konuşma dilini eminim çözemiyoruz. Kimi zaman sert bir öğretmen; çünkü kelimelerini hoyratça savuruyor üzerimize. Dayanamıyoruz, yılıyoruz, yoruluyoruz… Bir de bakmışız tam zıddı; mülayim oluvermiş bize karşı. Merhametle kuşanmış afakımız. Ne var ki; sevinçlere alkış tuttuğumuz kadar, kederlere kapımızı açamıyoruz. Biz açmasak da kapımızı, dertlerimize karşı misafirperver olmasak da onlar hiç sormadan kurulurlar ruhumuzun başköşesine. İşgal ederler bir süreliğine hayatımızı. Kurtuluş çareleri, çözümleri ararız yek bir elden.  Tam çözümsüzlüğün var olduğu kanısına inandıracakken kendimizi bir kapı açılı verir ardına kadar ve buyur eder bizi kendisine. Benimde dilime böyle zamanlarda bir şiir dolanıverir. Senelerdir dillerde virt olan, birçok kişiye derman olan bir şiir takılır. Takıldığı gibi yaralarıma merhem oluverir. Çoğumuzun bildiği muhtemel bir şiirdir bu. uzaklardan gelen bir öğüttür ve de. Yunus Emre ne güzel söylemiş;
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül yahut diken,
Ya Hayattır yahut kefen.
Nârın da hoş, Nurun da hoş

Unutmamak için, derdi de vereni, sevinci de vereni, okurum bu şiiri bir zikir misali. Kulaklarımda çınlayan bir öğüttür adeta. Zinhar bu dünya için biriktirdiğimiz kadar Ahiret hayatımıza da götürecek bir şeylerimiz olmalı, birikmeli. Zira zihinlerde güzel bir anı olarak biriken mutluluklarımız gibi, dertlerimizde sabrettiğimiz nispette amellerimize nakşedilecek ve güzel bir amel olarak ellerimize günü geldiğinde iade edilecek.  ve nihai olarak kimi kime şikâyet ettiğimi düşünürüm ve daha birçok severim dertlerimi. Hepsiyle barışık olurum. Tıpkı Yunus Emre in dediği gibi kahırda da, lütufta da, her koşulda derdi veren yüce, ulu Yaratana hürmeten kabullenirim. Ve karşılıksız kalmaz bilirim. Öyle bir karşılıktır ki bu yüceler yücesi Rabbimizin rızasına nail olmak vardır ucunda.  Hiçbir karşılık bu kadar kalıcı ve lezzetli değildir oysa. Ve hayat okulu böylelikle öğretir hale rıza göstermeyi. Zordur bilirim zordur amma velâkin unutmamalıyız derdi verenin kıymetinden ötürü dertlerimizi de sevmeliyiz. Takdirine rıza göstermeliyiz.

Nihayet olarak dertlerimize de, kederlerimize de, sevinçlerimize ve mutluluklarımıza gösterdiğimiz muameleyi yapmak; her daim canımıza bir cennet misali güzel iyilikler isabet ettiğindeki gibi onları da hoş geldin deyip bağrımıza basmak gerek. Bakın ve görün ki böyle yapmak sıkıntılarımızı daha da hafifletecek ve zamanla her şeyimizle kendimizi sevmemizi ve kendimizle daha çok barışık yaşamamızı sağlayacak. Aksi takdirde imtihan hayatı olan bu fani dünyada hep canımızın cennette olması gibi bir beklentiyle boğuşmaktan, debelenmekten bir gün ruhumuzda, bedenimizde yorulacak ve dimyata pirinç almaya giderken evdeki bulgurdan olunur deyimindeki misali elimizde avucumuzda olanı da kaybetme tehlikesiyle karşılaşacağız.

 Öyle ise ruhumuzun hüznüne, derdine ve kederine de mutluluğu, sevinci, neşeyi karşılar gibi merhaba…