28 Kasım 2013 Perşembe

İYİ Kİ VARSIN HÜZÜN!


Asil bir perdedir seninle aramda hüzün.
Ne güzelsin hüzün!
Ah ne asil,
Ne vazgeçilmezsin.
Varlığın şahidi,
Yokluğun delilisin.
Bir hüznün sahibiyiz şimdi seninle,
Ufukta güneş çoktan doğmuş,
Rengi hüzün renginde.
Karanlık gece çoktan seninle gelmiş ardı sıra
Ben hüznü severim hüzün beni.
Sen evvel ve ahirsin hüzün!
Seninle başlayıp seninle biter dünya serüveni.
 Bir burukluğun müphem esiridir benim ruhum,
Taşkın bir sudur senin suskunluğun!
bir hüznün köpürmüş, taşkınlaşmış haline kucak açmış sinem.
Sense durgun bir yağmur kadar
narince sızıyorsun hüznün ücralarına.
Seninle aramdaki duvardır hüzün!
Ta kendisidir melalimizin.
Kardeş olmuşlar ezelde ikisi
Melal nerede hüzün orada peyda olmuş.
Bir edep tülüdür hüzün yüzümde,
Bir mahcubiyet taşır her zerresinde.
Ya yoksa bir kalpte?
Vah ki yokluğuna hüznün
Kasvetli gecelerin sahibesi oluverir insan
Soluksuz anların varlığına kucak açmıştır
Ne ağır yük yüklenmiştir hüzünsüz yaşayan!
Kalbi ne çok ölmüştür!
Hiç tesellisi olmayan bir dertli gibidir bilirim
İnşirahtır çünkü kalbe,
bir varoluş,
bir dirilişdir,
ne  de güzelsin hüzün!
ve iyi ki varsın…




26 Kasım 2013 Salı

TESELLİ MAKAMI; DUA...


Bir solukta dua…
Bir yudumda şifa…
Bir katre safa…
Dua; teselli makamıdır insanın…
Dua; gönlün sürura kavuşmasıdır. …
Umut kapısıdır. Ümitsizler dergâhıdır…
Dua; hayat pınarıdır kurumuş dimağlara…
Yağmurun toprakta bıraktığı koku gibidir rayihası…
Duamız olmasaydı eğer bir labirentin içine sıkışırdı ruhumuz.
Kuşkusuz bir kaybedişin kıyısında kaybolurduk ebediyen.
Uçurumlar kenarında savururken rüzgâr benliğimizi,
Elimizden tutuverendir dua.
Dua…
Bir soluk, bir hece, bir kurtuluş vesilesi…
Dua; aramak bulamadığını…
Dua; susamışken kanmak suya…
Dua; umuttur şerha şerha olmuş ümitsizliğimize.
Bir İnşirah’ın doğmasıdır kalpte.
Dua…
Bir iç çekiş,  Bir ah ediştir masumane.
Bir sızıntıdır çatlamış topraktan gün yüzüne çıkan...
Yok olmuşken dirilmek, zerrelerine varana dek doğmaktır en baştan…
Tekrar tazelenmek, yenilenmektir dua…
Hüzün kırıntısıdır, bir çiğ damlasıdır solgun yanaklarda…
Bir ah kopmuşken yüreğinden, tüm elem çekişin şifasıdır dua.
Örgü örgü olmuş dertlerin çözümüdür dua. Fersah fersah gurbetin sılasıdır dua.
Rabbine bir arşın yaklaşmasıdır kulun.
Ruha gıdadır, Şifadır, sefadır; dua…
 Her tükenen onda bulmuştur kendini. Her uzaklık duayla yakınlaşmıştır.
Tüm bulutlar duayla yağmur olmuştur.
Tüm zahmetler dua ile rahmete kavuşmuştur.
Zifiri karanlıklardan duayla aydınlığa çıkılmıştır hep insan, kul…
Dualarımız olmasaydı öksüz kalırdı sevilenler. Dualarımız olmasaydı yitirirdik umudumuzu.
Tüketirdik ümidimizi harap ellerde.  Güneş ilelebet doğmazdı pencerelerimizden.
Şimdi ve önceden dua ile ulaştı sesimiz ötelere.
Secdelerde gözyaşlarımızla, samimiyetle dolu taşkın,
Ulaştırıyoruz dualarımızı Rahman’a.
Avuçlarımızda birikiyor bereket bereket; dua.
Ve bir alamet beliriyor yüreğimizde adı; huzur.
Sonra bir hal iniyor göklerden üzerimize adı; sükûnet.

İyi ki var dualarımız ve hayat bulacak daima dilimizde ilelebet…

14 Ekim 2013 Pazartesi

KURBAN ETMEDEN ÖNCE ATEŞLERDE YANAN İBRAHİM OLMALI!


Bir çocuk… Kendinden emin; Kalbi mutmain… Allah (c.c) verdiyse bu emri bana itaat düşer diyor. Bir çocuk; kendi küçük ama yüreği büyük… İmanı arşı alaya yükselmiş. Teslimiyeti ondan sonra gelecek olan tüm çocuklara örnek bir çocuk; Hz. İsmail…
Halil’im (dostum) iltifatına mazhar olmuş bir baba. Peygamberlerin babası, teslimiyeti şeytanı kahretmiş yüce yürekli Hz. İsmail’in babası. Rüyasında üç kez üst üste oğlunu boğduğunu görüyor. Büyük bir sınav verecek şimdi. Dostluğunu bir kez daha gösterecek Rabbine karşı. Ateşlere atılırken biran bile olsun ümitsizliğe düşmemiş, gelen yardımlardan aman dilememiş, yalnızca Allah’a yönelmiş ve ‘’Allah bana yetişir. O ne iyi bir vekildir!’’ diyen Halil; Hz İbrahim…
Firavun’un azatlı cariyesi, Sere’nin azatlı kölesi… Adı tarihe yazılmış, tüm annelerin yüzünün akı, ıssız bir vadiye bırakıldığında beyi Hz. İbrahim’e ‘’bizi buraya bırakmanı Allah (c.c) mı istedi’’ diye sormuş evet cevabını alınca ‘’Öyle ise Rabbim bizi korur zayi etmez’’ diyerek Rabbine teslimiyetini ispatlamış bir anne. Hz. İbrahim’in itaatkâr hanımı Hz. Hacer…
Rivayet edildiğine göre günlerden bir gün Hz. İbrahim ‘’Allah, bana bir oğul verirse, onu kurban edeceğim!’ der. Ve bu sebeple imtihana tabi tutulur.  Günü ve saati gelince Biricik oğlu İsmail’i kurban edecektir. Üç gün üst üste aynı rüyayı görür. Bu hadise Es saffat suresi 102. ayetinde şöyle buyrulur;
‘’Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası) : <<yavrucuğum, rü’yada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün ne dersin?>> dedi. O da cevaben; <<Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun>> dedi.’’
İbrahim aleyhisselam Rabbinden gelen ilahi emir üzerine hanımı Hacer validemize, oğlu İsmail’i yıkamasını ve güzel kokular sürmesini; O’nu bir dostuna götüreceğini söyledi. Hz İsmail’e de yanına bir ip ve bıçak almasını tembih etti ve:
‘’Oğlum Allah rızası için kurban keseceğim!’’ dedi
Ve insanlığın yoldan çıkarıcısı şeytan bu fırsatı kaçırır mı? Hemen soluğu annelerin en hayırlısı Hacer validemizin yanında aldı. Bir bir ekecekti kalbine evham tohumlarını. Planını örecekti ve böylelikle gözden düşürecekti.
Şeytan:
‘’İbrahim oğlunu nereye götürüyor biliyor musun?’’ dedi
O’da: ‘’dostuna götürüyor’’ cevabını verdi
Şeytan: ‘’ hayır, kesmeye götürüyor’’ dedi
Hacer validemiz:  ‘’ O oğlunu çok sever!’’ diye mukabele etti.
Şeytan devam etti, gayret etti şaşırtmak için:
‘’Allah emrettiği için boğazlayacakmış!’’ deyince Hacer validemiz:
‘’ eğer Allah-celle celalühü- emretti ise güzel bir şeydir. Tevekkül ederiz’’ dedi.
Evham tohumu ekmek işine yaramamıştı şeytanın. Bir yanda Hz. İbrahim’e sonsuz güvenen bir zevce, diğer yanda rabbine tevekküllü bir kul…
Boş durmadı şeytan. Yenilgiyi hazmedemedi, davasından da vazgeçmedi. Soluğu İsmail aleyhisselam’ın yanında aldı. Bu seferki niyeti yaşı küçük olan bu çocuğa vesvese vermekti. Belki ağlar sızları da babasını bu işten caydırırdı. Gözden düşerdi O’ da.
Şeytan:
‘Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?’’ dedi
İsmail aleyhissalem;
‘’Dostuna ziyarete’’ dedi.
‘’hayır, seni kesmeye götürüyor. Rabbinin kendisine böyle emrettiğini zannediyor!’’ dedi.

Bunun üzerine hazreti İsmail:
‘’O emretmiş ise bunu seve seve yerine getiririz! Diyerek şeytanı kovar ve onu taşlar.
Kandıramamıştı Hz. İsmail’i. Hz. İbrahim’e döndü:
‘’ ey ihtiyar! Oğlunu nereye götürüyorsun? Şeytan seni kandırmış! O rüyalar şeytanidir’’ dedi.
İbrahim aleyhisselam: ‘’ sen şeytansın hemen yanımızdan uzaklaş’’ dedi eline yedişer tane taş aldı ve şeytanı üç ayrı yerde taşladı. İşte hacda kıyamete kadar devam edecek olan şeytan taşlama bu şekilde başladı.
Merhametli bir anne teslim olmuş, küçük bir çocuk olacak olana rıza göstermiş ve tek erkek evladı olan baba emre itaat göstermişti. Kurban edeceği vakit bıçak kesmemişti O mübarek oğul’u. İne Tekrar denemişti babası ve tekrar kesmemişti bıçak boynunu. Nefesler tutulmuştu. Yerdekiler kadar semada olacakları seyreden meleklerde hayretle izliyorlardı iki peygamberi. Bu hadise kur-an’ı kerimde şöyle anlatılır: 
‘’Her ikisi de teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzerine yatırınca: <<Ey İbrahim rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır>> diye seslendik’’ (as-Saffat, 103-106)
‘’biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: İbrahim’e selam dedik. İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.’’ ( es-Saffat, 107-111)
Hâsılı kelam şimdi bir kurban sınavından da biz geçmekteyiz. Yine bir kurban bayramına daha girmekteyiz İslam âlemi olarak.  Ama ne var ki televizyonlardaki görüntüler içler acısı. Kurban edilecek hayvanları can telaşı sarmış. Can havliyle kaçışıyorlar oradan oraya. Aslında bu yeni değil bilakis yıllardır aynı kurban faslını izliyoruz. Kurbanlar Hz. İsmail gibi teslimiyette değil ne yazık ki! Ne yazık ki bizde de Hz. İbrahim şuuru yok demek ki. Yukarıda anlatıldığı üzere Hz. İbrahim kurban edeceği oğlunu o teslimiyet kıvamına getirmeden önce kendisi kurban kıvamına gelmişti. Ateşlere atılırken vermişti asıl sınavını. O halde biz de sonraki kurban bayramlarında aynı görüntüleri görmek istemiyorsak öncesine Hz. İbrahim olma yolunda ilerlemeliyiz demektir. Yoksa bir dizi önlem alınsa da kar etmeyecek. Çünkü biz dize gelmedikçe unutmayalım ki; dize gelmeyecek kurban edeceğimiz…






12 Ekim 2013 Cumartesi

DÖNÜŞ...

Hicretim şimdi kendime!
Senden kendime dönüyorum…
Ve bir bulut geziyor etrafımda ağlamaklı.
Ben de dönüp ardıma sesleniyorum bir dua.
 Ey gittiğim!
Eğer mahkûm olmasaydım gider miydim hiç?
Yakup’un kaderini paylaşır mıydım?
Yusuf gibi boynunu büktürür müydüm?
Şimdi bir nida bekliyor,
Bir teselli umuyor,
Bir icabet bekliyor
Ruhum göklerden!
Döneceksin ey kulum;

Gittiğin yerden!

30 Ağustos 2013 Cuma

İSRA...



                                

Gece yürüyüşüyle Gel/Sen EY!
                                        
Sızsan bir huzme;
                              
Susuzluktan çatlamış yüreğime...

GÖKKUŞAĞI...


Bir 'ah' demlenir sadrımızda

ve 

bir gökkuşağı kadar 

renkli değildir hayat!

29 Ağustos 2013 Perşembe

NUH DİYOR PEYGAMBER DEMİYOR DERİZ; İYİ DE BU CÜMLE NEYİ İFADE EDER BİLİR MİYİZ?


Mahallemizde oturan Ayşe teyze, hararetli hararetli Ahmet amcayla bir türlü uzlaşamadığı mevzularını anlatıyordu.
Ahmet amcanın beyaza kara diyecek kadar inatçı olduğunu söylüyordu. Ayşe teyze böyle başladığı cümlesini; ''Kızım mesele sana anlattığım gibi, gel gör ki Ahmet bey tabiri caizse beyaza kara diyor!  bir türlü hatasını kabul etmiyor. Allem ettim kallem ettim kabul ettiremedim. Nuh diyor peygamber demiyor,'' diye bitirmişti. O anda kafamda şimşekler çaktı. Ayşe  teyzenin anlattıklarını işitemez oldum. Aklımda soru işaretleri oluşmuş, O cümleyi düşünmeye başlamıştım. ''Nuh diyor peygamber demiyor'' ne manaya geliyordu? Ne manaya geldiğini bilmediğimiz bu cümleyi aslında ne kadar da sık kullandığımızı fark ettim.

BAHSİ GEÇEN NUH (as) KİMDİR?

Ayşe teyzeye ''Nuh diyor peygamber demiyor'' cümlesinin ne manaya geldiğini sordum. İnatçı insanlar için kullanılan bir söz olduğunu söyledi. Söylediği mana benim ve birçoklarının da bildiği minvaldeydi,  Keza bu deyimi inadım inat diyen insanlar için kullanırdık. Hem öyle kullanmaya alışmıştık ki yanlışlığını göremez hale gelmiştik. Tıpkı yüksek voltta ki ışığın kaynağını göremediğimiz gibi bu sözü sarf ediyorduk ama asıl manasını es geçiyorduk.  
Bende bunun üzerine  sözüme şöyle devam ettim; ''Ayşe teyzeciğim! Nuh (as), Kuran-ı Kerim de  ''Andolsun, biz Nuh'u kavmine gönderdik...'(Hud suresi 25) diye buyrulmaktadır. O halde Nuh (as) bizzat Rabbimiz tarafından gönderilen bir Peygamberdir bu ayeti kerimede buna delildir. O zaman dilimize sarmaşık misali doladığımız Nuh (as)'a peygamber demiyor da neyin nesi?

BU CÜMLEYİ TELAFFUZ ETMEKLE BİLMEDEN DÜŞTÜĞÜMÜZ YANLIŞLIK NEDİR?

Karşımızdaki kişi ''Nuh diyor peygamber demiyor''  derken ilk akla gelen gerçek manası Nuh'un peygamberliğinin kabul edilmemesidir. Tabi değişmeli anlamda karşımızda muhatap olduğumuz kişinin, inatçılığının boyutunun ne kadar büyük olduğunu ifade etmek için telaffuz ederiz. Fakat imani esaslar, bu tür sözlerle önemini yitirir. Algımızdaki Kutsal'ı zedeler. Ayşe teyze bu cümleyi o kadar çok telaffuz ettiğini ama olaya hiç bu açıdan bakmadığını söyledi. Hâlbuki kendileri inkâr etmeleri bir yana dursun,  bilakis Nuh (as) dâhil Allah (cc) tarafından gönderilen ve Kur-an-ı Kerim de adı geçen tüm Peygamberlere inanıyorlar ve tasdik ediyorlardı. Çünkü imanın bir şartı da Peygamberlere iman etmekten geçiyordu.
İşin aslı, bu mesele yalnızca Ayşe teyze ve Ahmet amca meselesi değil. Bu cümleyi bilinçsiz kullanan insan sayısı o kadar fazla ki bu sebeple bizler içinde günlük kullandığımız bir deyim haline gelmiş. Bilmeyerek ve istemeyerek de olsa yanlış bir telaffuzu dilimize yerleştirmişiz ve gelecek kuşaklara da aktarmaktayız.

 

SONUÇ İTİBARIYLA BİZE DÜŞEN NEDİR?

Sonuç itibarıyla 'ağzımızdan çıkanı kulağımız duyacak!'' bize düşen ise bu nokta da; dilimizde yer edinen yanlış sözleri bir bir hayatımızdan çıkarmak ve elbette gelecek nesillere daha doğru bir konuşma biçimini emanet etmektir.
Rabbim bizi daimi bir surette doğru söz söyleyenlerden eylesin.(âmin)



27 Ağustos 2013 Salı

DİLEK...

Sen gitmeyi biliyorsun
 

Ben kaçmayı
 

Sen sevmeyi biliyorsun
 

Ben nefreti
 

Sen bir ateş yakıyorsun
 

Ben üşüyorum
 

Şimdi sen bir dilek tut bizim için
 

Ben çözeyim bütün ipleri
 

Çünkü sen gidersen
 

Bir dileğe ihtiyacımız olmayacak
 

Çünkü sen gidersen
 

Bir umudumuz kalmayacak...

KURTULUŞ...

 
               
               Herkesin diline lâl düşse de
                  

            
                        Sen dua et çocuk...

SIĞINAK...

            

                                 Tüm acılar;

                                 anneler öpünce

                               Çocuklar dua edince

                              Geçer...

MUAMMA...





Ne kadar da acımasızdı unut derken!


 Belki ben daha acımasız olurum

 peki dersem!

20 Ağustos 2013 Salı

FİKRİN YOKSA ZANN'DAN KAÇIN; SUKUT ET!

Fikri olmayanın fikir beyan edemeyeceği  gerçeği durur karşımızda. Ama nedense birçok insanda bunun tam tersi durum mevcuttur.  Herhangi bir konu hakkında fikrimiz tam oluşmasa da beyanlarımız, yargılarımız ve dahi zanlarımız havada uçuşur çoğumuzun. Aslına bakarsanız bu çoğu zamanda gülünç duruma düşürür kişiyi. Bir beden büyük kıyafet giymek gibi emanet durur fikrimizde üzerimizde. 

Ne var ki içinde bulunulan hatanın farkına varılmadığında bu hal süreğen hale gelir ve bir noktadan sonrada kişi için normalleşir.
Ve evet bugüne baktığımızda bu durum öyle yaygınlaşmış bir durumdaki, hayatımıza yön veren bir olgu haline dönüşmüştür adeta.  Bir vakada üçüncü kişi olmak bizi fikir beyan etmekten asla alı koymaz ve sadece kulaktan dolma bilgilerle bile bizi bir yargıya ulaştırır.

Farzı misal bir yangını uzaktan izleyen izleyiciler olalım. Yangın neden çıkmış, niçin ev yanmış gibi sorular merakımızı celp edeceğinden hemen bir hengâmenin içinde buluruz kendimizi. Biri der elektrikten çıkmış, bir diğeri sigaradan çıkmış, daha bir başkası ise tüp patlamış, bomba patlamış gibi bir sürü birbirinden alakasız fikirler, zanlar ortaya atar. Hâlbuki olay bambaşkadır!

Yine geçenlerde 80 yaşlarında ki bir dedenin 75 yaşındaki karısının dırdırından usanıp onu suda boğduğu haberi yayılır. Seksen yaşındaki dede aksi ispatlanıncaya kadar o yaşında hapse düşer. Durum kısa bir süre sonra açığa çıkar. İşin aslı tam tersidir. Yaşlı hanımı banyoda yıkanırken düşmüş ve ölmüştür. Ama suçsuz dedenin adı katile çıkmıştır çoktan. Nasılda acımasız oluyoruz dimi işin içini bilmediğimiz birçok durumda. Hâlbuki insanın bir şeyleri sadece zannetmesi sebebiyle yapması ne kadar doğru? Sonra kuru bir özürle “af edersiniz ben öyle zannetmiştim” mi diyeceğiz?

Hucurat suresi 12. Ayeti kerime de bu husus şöyle açıklanır. “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının! Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır… Ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere zannettiklerimizin doğru olmadığı ve üstüne üstlük günah olacağı anlatılmıştır. Bilip  bilmeden, önünü arkasını araştırmadan birilerinin canını yakmak tabii ki büyük bir hatadır. Evvela bir fikri beyan etmeden önce iyi araştırmalıyız. Lakin bu araştırma bizim ve bir başkasının hayrına dokunacak bir araştırma ise… 
Aksi takdirde yine Hucurat suresi 12. Ayeti kerimede “… Birbirinizin kusurunu inceden inceye araştırmayın…” buyrulmaktadır.
İyi bir zanna örnek olarak şu hadise de pek ibretlidir:

ABD de Berkeley üniversitesinde Richard adlı öğrenci matematik dersine geç kalır. Derse girer girmezde tahtada iki tane soru görür. Soruların ev ödevi olduğunu zanneder ve defterine not alır. Bir hafta sonra soruların çözümünü yapıp profesörün masasına bırakır. Aradan 3 hafta geçer matematik profesörü Richard ‘ın evine kadar gelir ve Richard sen ne yaptın deyip kucaklar. Öğrenci şaşkın bir vaziyette ben ne yaptım? diye sorar. Profesör; sen bugüne kadar çözülmeyen iki problemi çözdün der! Richard şu manidar cevabı verir; ben onları ev ödevi zannettiğim için çözdüm. Eğer biri bana onların çözülemeyen iki problem olduğunu söyleseydi ben de diğerleri gibi bu problemleri çözemezdim…

Anlaşıldığı üzere zannettiklerimizin bizi nereye ulaştıracağı çok mühimdir. Ulaştığımız noktanın bize ne gibi bir kazancı veyahut ne gibi bir götürüsü olacağı da mühimdir. Zannımız bizi görülüyor ki ya başarıya ya da yanılgıya sürüklemektedir. Unutmamalı bazı yanlış davranışlarımızın getirisi telafi edilemez sonuçlar doğurabilir. Bakıldığı zaman geçmişin tozlu raflarında maziye terk edilmiş birçok hayat keşkelerle doludur.


Dolayısıyla üzerimize düşen en elzem vazife her konuda tedbiri elden bırakmamaktır.  Fikir sahibi olmadığımız konularda da fikir beyan etmemektir. İlla fikir beyan edecek isek de doğru kaynaklardan doğru bilgiyi edinmeliyiz. Böylelikle kendimizi de komik ve zor duruma düşürmekten korumuş oluruz! Vesselam…

CANIMI YAKANIN CANINI YAKARIM!


  Canımız çok kıymetlidir değil mi? Misal; En hafifinden küçük bir iğne ucu batsa parmak ucumuza ahlayıp vahlarız.  İğne ucu kadar küçük bir zeval dahi gelsin istemeyiz herhangi bir yerimize. Kendimiz yine kendimize kıymetliyizdir. Kıyamayız saçımızın tek bir teline. Zira saçlarımızı tararken tarakta birikip solup giden tellere üzülür, hemen bir dünya önlem alırız.   
 Yine Bir meyveyi keserken kanattığımız parmağımıza sürmediğimiz merhem kalmaz. Hatta gider ne olur ne olmaz diye tetanos iğnesi dahi yaptırırız.
  Sözüm alınan tedbire değil elbet.  Sözüm Kendimize verdiğimiz kıymete dikkat çekmek. Ve bu kıymete binaen yine başkalarına verdiğimiz önemi ölçme, tartmak.  Bedenimize gösterdiğimiz ilgi ve alakanın haricinde ruhumuza da ilgi ve alakayı fazlasıyla gösteririz kuşkusuz. Gözümüzden bir damla yaş akıtacak kimseyi tanımayız bu âlemde. Ki eğer bir damla yaş akıtacak biri baki olursa hayatımızda ve eğer bizi üzecek, kederlendirecek, başımızı yastıklara düşürecek bir yanlış yapacak olursa da vay haline… Kendimize gelince kedi gibiyizdir. Keyfine düşkün, sakin sessiz, zararsız… Ama bir kuyruğumuza basıldı mı? Görmeyin gitsin aslanlığımızı! Tırnaklarımızı hemen çıkarıveririz. O uysallığımızdan eser kalmaz. Zaten bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözü de buradan türemiştir. Bizimle iyi geçindiği sürece herkes iyidir. Ama canımızı yakacak bir olay vuku bulursa da yılanın ta kendisi olabiliriz. Hâsılı dokunma canıma canını seveyim, yakarsan canımı yakarım canını… Adeta düsturumuz, amacımız bu oluveriyor canımız yakıldığında. Bir klişedir bu söz o sebeple “canımı yakanın canını yakarım”
  Yoksa bencil miyiz? Tamda sorulması gereken soru bu aslında. Nedir bu kin,  niçin bu kavga?  Neyi paylaşamıyoruz. Hiç mi barışık değiliz kimseyle? Affedicilik yok mu bizim lügatimizde. Yoksa biz miyiz asıl kendisiyle barışamayan.  Kendisine küskün olan… Oysa biz “kendi için istediğini mümin kardeşi içinde istemeyen bizden değildir” diyerek bencilliği tasvip etmeyen bir Peygamberin (sav) Ümmetiyiz.
  O halde niçin canımı yakanın canını yakarım idealiyle bir tavır takınırız çevremize karşı? Niçin en küçük meseleleri dahi büyüterek, üstünü örtmeyerek dahi affetmeyerek, kan davası gibi olayları lastik misali uzatırda uzatırız. Ve neden küçük sorunların çözümünü kolay yollarla halletmeyiz.  Keza aranılıp bulunan çözümler çözüm yerine daha da sarpa sarar. Sanki bir parmak değil bir kol kangren olmuş gibi çareyi kolu kesmekte zannederiz çünkü? Hal böyle olunca çözümler çarelere dönüşmedikçe, biz kötülüğe bir adım gittikçe, karşımızdakinin de içindeki ateşini alevlendirip içindeki düşmanı uyandırırız. Karşıdaki de senin canın can da benim ki can değil mi diyerek geri adım atmayıp bilakis kısa kısas bir mücadeleye girişir. Böylece araya giren gurur, kin, bencillikler sayesinde dallanıp budaklanır sorunlar.
  Eskilerde duyduğum bir haber bu anlattıklarımı onaylar nitelikte adeta: komşunun koyunları yandaki komşunun kumunu dağıttı diye kavga çıkmış, iş bir özürle kapanmamış ve iki aileden de olmak üzere olayda birkaç kişi hayatını kaybetmiş…”bu hadiseyi duyduğumda daha çocuklu yaşlardaydım ve ağlayayım mı güleyim mi şaşırmıştım. Çünkü olay koyunlar yüzünden çıkmıştı ve yine zarar gören sadece kumlardı. Sonu ise ibretliydi. Telafisi mümkün olan bir olayın sonu, telafisi mümkün olmayan bir zarara dönüşmüştü.
  Bakınız ki; Canımıza bir iş, bir halel gelmesin diye onca çabalarız, onca gayret ederiz, kendimizi ve ailemizi kötülüklerden korumak için adeta nöbet tutan kurt gibi gözümüzü kırpmayız. Ama nasıl oluyorsa, nasıl bilinçsizce aklın zafiyetine uğruyorsak, malımıza bir zarar geldi mi o kıymetli can kıymetsizleşiyor ve kendimizi ateşin tam da ortasına atıveriyoruz. İlla kötü sonuçlanmasa dahi bağımıza bahçemize zarar veren komşuya selamı kesiyoruz. Küçücük meseleler hayatımızın odağı, tek gerçeği oluveriyor bir anda.
  Hâlbuki geçsek kendi bencilliğimizden, kullansak Rabbimizin bize verdiği aklı hakkıyla, Allah'ın izniyle ne malımıza ne canımıza ne evladımıza bir zarar uğrar.  Keza Gelen sıkıntılar olursa da sabrederek üstesinden gelmek mümin kuluna yine Rabbinden tavsiyedir. Zira dertsiz baş imtihansız hayat olmayacağı da bir gerçektir. Büyükler bu hususta ateşe körükle gidilmez öğüdünü boşa vermemiştir. Ayrıca yine büyük Allah dostları affede affede, affedilmeye layık olunur diyerek de affetmeyi tavsiye etmişlerdir.
  Misal olarak şu hadise de ne ibretlidir; Tabiinin büyüklerinden İmam Şa'bi'nin kendisine hakaret eden fasık bir şahsa:  “__eğer dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” demiştir ve bize de böylelikle şahsımıza yapılan haksızlıklara nasıl muamele etmemiz gerektiği konusunda örnek olmuştur.

  Yazılanlardan hâsıl olan netice itibariyle merhamet, şefkat gibi güzel hasletleri kendi şahsımızda sergilemeli ve bunu kendimize, evladımıza, sevdiklerimize gösterdiğimiz kadar çevremize de göstermeliyiz. Canımızı yakanın canını yakarak bir silsileye sebebiyet vermek yerine affederek büyük üzüntülerin önünü kesmeliyiz…

19 Ağustos 2013 Pazartesi

İKİ GÖZÜM ÖNÜME AKSIN DERLER; YA AKARSA?


Nasrettin Hocanın meşhur bir kıssası vardır hani; gölü yoğurtla mayalama…  Hoca bir gün bir kâse yoğurtla gölün kenarına gider ve göle birkaç kaşık yoğurt çalar. Bu ilginç olayı görenler sorar Hocaya ne yaptığını. Nasrettin hoca gölü mayaladığını anlatır. Koca gölün birkaç kaşık yoğurtla mayalanmasını akıl karı bulmazlar ve Hocaya bunun mümkün olmayacağını gölün yoğurt tutmayacağını söylerler.  Ve Nasrettin hoca o çok konuşulacak olan, aynı zamanda da çokça manidar olan o cevabı verir “YA tutarsa?”
Buradan yola çıkarak, günlük hayatımızda sıkça kullandığımız, aynı zamanda dua niteliği taşıyan kelimelerimize değinmek istiyorum. Yediden yetmişe birçok kişinin bilinçsizce sarf ettiği minvaldendir bu dualar. Genellikle bir isteğimizi yerine getirmek için veyahut karşımızdakini ikna etmek için hakeza duygularını sömürmek amacı ile telaffuz edilir. Sömürü diyorum çünkü bu dua ve dilekleri işiten insanları zorda bırakmış oluruz. Karşımızdakini büyük bir sorumluluğun altına sokmuş oluruz… Söyleyen, duyan kadar ürpermez ne yazık ki bu duadan. Belki bunun gerçekleşebileceğinden bile emin değildir. Sadece lafta kalacağını sanır. Bu dualara misal olarak şunlar kâfidir;  ölümü gör, iki gözüm önüme aksın, şuradan şuraya gitmek nasip olmasın, şuracıkta başıma bir bela gelsin, ellerim kırılsın, dilim tutmasın… ( Allah muhafaza etsin)  bu duaları bilinçsizce telaffuz edenler tıpkı Nasrettin hocaya inanmayan güruh gibidir. Ama bir düşünün ya tutarsa?

DUALARIN KABULÜ NASIL OLUR?


Evet, tutacağına inanılmayan, laf olsun diye sarf bu minvalden dualarda tutar.  Öyle bir vakte denk düşer ki tutuverir, kabul ediliverir dualara icabet eden Yüce Rabbimiz tarafından. Nasıl mı? Mesela ezan okunurken sarf edilirse tutar. Nitekim Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “dua ezan ile kamet arasında reddolunmaz” (feyzü'l kadir c.2 s.541) yine o sırada oruçlu ise tutar. Zira bu hususta da Peygamber Efendimiz iftar edinceye kadar oruçlunun duasının kabul olacağını bildirmiştir. (müslim c. 1) bunun gibi; yağmur yağarken, namaza dururken de duaların kabul olacağı rivayetler arasındadır. (feyzü'l kadir c.3 s 258) yine ölümü gör tarzında yapılan dua için de ayrıca şu hadisi şerif çok açıklayıcıdır: Hz Enes (ra) anlatıyor: __Resulullah (sav) şöyle buyurdular: “ sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü temenni etmesin.” (buhari, merda 19)

HAYIRSIZ OLAN DUALAR NEDEN TUTMAZ?

“insan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” buyrulmaktadır İsra Suresi 11. Ayeti kerime de. Buna mukabil olarak yine şöyle buyurur Cenab-ı Hakk Yunus suresi 11. Ayet-i Kerime de: “Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu…”
Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah kötü duaların önüne tıpkı bir set çekmiştir. Bu da onun kuluna karşı ne kadar merhametli olduğunun bir göstergesidir. Nitekim bu böyle olmasa arkadaşından bir sırrı öğrenmek için eğer söylemezsen ölümü gör diyen ve karşılığında hiçbir şey öğrenemeyen kimsenin ölmesi gerekirdi. Ya da şu kötü huyumdan vazgeçmezsem dilim kopsun diyen kişi zaafları nedeniyle terk edemezse o huyunu dilinin kopması icap ederdi.

Lakin unutmamalı ki hayırsız olan dualarımızın tutmayacak diye bir garantisi de yoktur. Bu Yüce Rabbimizin bize göstereceği merhamet ve lütfü keremine kalmıştır. O halde yukarıda da anlattığımız gibi duaların kabul olunacağı, meleklerin de âmin diyebileceği bir vakte tevafuk eden hayırsız dualarımızın akıbetinden çekinmeli bu tarz konuşma biçimini kendimize şiar edinmemeliyiz…

16 Ağustos 2013 Cuma

İNSAN; BİR ŞEHİR ISSIZLIĞINDA...


Issız bir şehir gibidir insan!
Ama; kimi zaman.
Arada bir..
yağmur yağar üstüne 
şimşekler çakar, fırtınalar eser
yıkanır yağmurun berrak suyunda
arınır, paklanır
ama kimi zaman...
bir zaman gelir durulur
nemli bir bulutun ardından güneş doğar semalarına
pencerelerinden oylum oylum sızar
simasına bir kelebek konması gibi,
narince konar.
Issız bir şehir gibidir insan!
Yolları ıslak, nemli...
patikalarla doludur yüreği
çatlaklarla doludur kalbinin zerreleri
ama tamir edilemez, onarılamaz değildir hiç biri
elbet bahar gelir ücralarına
ıssızlığını bir name giderir elbet
ve anlar şehir gibi herkesin bir gün var bir gün yok olduğunu
anlam kazanır sonra
kışıda baharı gibi aynileşir
aşırılıkları son bulur.
Nihayet bir bıçak gibi bilenir
pürüzsüzleşir nasırlaşmış yüreği
arınır benliğindeki tortularından
süzülür ve berraklaşır hisleri
bilir artık aşırı sevinçlerle,
ve dahi  üzüntülerle yol alınamayacağını
bilir ve ıssızlaşır bir şehir gibi
ıssız bir şehir gibidir insan
ve tenha
ve sakin
ve bir çok kalabalığına karşın
oldukça yoksul...


6 Ağustos 2013 Salı

KAVGA...

Ben özlüyordum
Sen susuyordun
Ben koşuyordum
Sen yerinde duruyordun
Ben hep geliyordum
Sense hep kaçıyordun
Ben haykırıyordum her fırsatta
Sen içine atıyordun çığlıklarını
Ben duymak istiyordum sesini
Sen saklıyordun kelimelerini
Ben bil istiyordum
Sen gizlemeyi seçiyordun
Ben fevri davranıyordum
Sen durgun bir su gibi süzülüyordun
Ben bekliyordum hep
Sen hep bakıyordun uzaktan
Bir gün bir solgun bahar uğradı çehreme
Sen baktın yüzüme tebessümle
Ben döndüm arkamı

Ve gittim...

ÇIĞ GİBİ...

Nasıl da bir yoksunluk bıraktın bana?
Öyle allayıp pullayıp hem de.
Tutuşturdun bir hediye gibi ellerime.

Nasıl da bir hasret bıraktın bana? Sızlata sızlata yüreğimi hem de.
Hiç acımadan, merhamet etmeden mahkûm ettin.
Mecburdum boyun eğmeye.
Bir madalyon gibi taktım boynuma sunduklarını.
Ve onurluca taşıdım sinemin tam ortasında.

Nasıl da bir gözyaşı bıraktın kirpiklerimin ucunda.
Boğazımda düğüm oldu kelimeler.
Hep dilimin ucunda bir acı olarak kaldılar.

Nasıl da bir sessizlik bıraktın bana.
Çığlık olup büyüdü acılar. Feryat oldular yine de sustular.
Sustu martılar benimle.
Sustum ben.

Nasıl da bir keder bıraktın bana öyle.
Dinmeyen,
Ve her gün daha da büyüyen,
Sonra bir çığ oluveren bir keder

Şimdi bıraktıklarını saymakla meşgulüm
Kendimi biriktirdiğim yoksunlukların ellerinde heba etmekle

Zaman en iyi kumbara ellerimde
Ve kazancım çok
Yoksunluk ise tükenmez bir meblağ
Hiç azalmayan ve hep artan

Şimdi bakıyorum da kumbaramda birikenlere
Nelere karşılık neler feda edilmiş?
Umutlara karşı vefa nasıl tüketilmiş…

Ama
Biliyorum ki;
Kaybetmeden kazanılmıyor hiçbir şey

Ve biliyorum ki ben kaybede kaybede kazananlardanım...

5 Ağustos 2013 Pazartesi

UMUT YEŞEREN FİLİZ ELLERİMİZDE...



Yorgun, biçare şimdi sinelerimiz. Bin bir parça oldu çoktan dedikoduların, kinlerin, nefretlerin, çıkar kavgalarının, rant mücadelelerinin kirli ellerinde.  Adeta kuşatılmışız çepeçevre kapanlarla.
Büyük hınçlarla başladığımız sabahlar çoktan yorgun akşamlara saldı kendini. Bunca yenilgiden sonra hiç uslanmadık ama. Hiç caymadık fikrimizden. Bayrağı kimseye bırakmadık.
Defahatle ayağımız takıldı hem de çalılı yollarda. Tüm hengâmelere karşın ve yara almalara rağmen daha güçlenerek kalktık ayağa. Asil bir şövalye edasıyla göğsümüzü siper ettik düşmana.  Boynumuz bükülmedi hiç, umursamadık ah almayı, can yakmayı... Yüzümüz kızarmadı, bilakis en iyi öğrendiğimiz şey Yumruklarımızı daha çok sıkmak oldu.  Hırslarımıza bir yenisini daha ekledik her seferinde.
Kazananın ve kaybedenin belli olmadığı savaşlarımızda geri çekilmek utanç sayıldı ve biz beyaz bayraklarımızı bile çekmeye takat bırakmadık vicdanlarımızda.
Yorgun savaşçılarıyız şimdi bu kirli dünyanın. Vicdanlar pas tutmuş, merhamet buz kesmiş yüreklerimizde. Eleklerimizde derin yaralar açılmış. Muhasebe yeteneğimiz elimizden alınmamış aksine bizden uzak adım kaçmış.
Ama var biliyorum tüm bu kirliliğe rağmen bembeyaz karlar içinde açan kardelen çiçekleri. Var biliyorum simalarında beyaz güller açan masumlar. Var biliyorum arz’dan arş'a ulaşan temiz dualar...

Onlar kendi akıttıkları gözyaşlarıyla temizliyorlar dünyanın kirini pasını… Ve biliyorum ki bir yerlerde her şeye rağmen hala filiz veriyorlar...

4 Ağustos 2013 Pazar

DOBRA DOBRA mıyız? Yoksa KALP KIRICI mıyız?


Dobra dobra kelimesi birleşik bir isim olup Bulgarca “dobro” kelimesinden meydana gelmiştir. Bulgarcada; doğru, iyi manasına gelmektedir. Türkçe sözlük anlamı ise; çekinmeden, açık açık konuşmak, söylemek manalarını teşkil etmektedir.
Hangi manada kullanılır?
“Dobra dobra olmak”, “dobra dobra söylemek” söz dizileri lafı kimseden esirgemeyişin deyimleşmiş diğer tabirleridir.  Bu deyimler Çoğu zaman açık sözlü insanların kendini tanıtma biçimidir. “Ben dobra dobra bir insanım!”
Halk arasında da bir insanla ilgili “o çok dobra biridir” denirse o kişiyle ilgili algıladığımız;  bu kişinin hiçbir şeyi söylemekten çekinmeyen, içinden geleni söyleyen açık sözlü  bir insan olduğudur.
Açık sözlü olmanın neresi yanlış?
“Açık sözlü olmanın neresi yanlış!” düşüncesiyle konuşan “dobra” insanlar; “lafımı esirgemem, çekinmem, güzele güzel, çirkine çirkin derim; darılmaca, gücenmece yok” deyip ağızlarından çıkan lafın karşı taraftaki kişinin kalbini kırabileceğini, gururunu incitebileceğini akıllarına getirmezler.
Eğer dobra dobracılık diye tabir edilen husus haddinden fazla olursa hiç de masumane bir doğruculuk, açık sözlülük olmuş olmaz. Kırıcılık boyutuna ulaştığı vakit şeklini değiştirir ve ‘’patavatsızlık’’, yani düşünmeden konuşma şeklini alır. İyiliği ya da kötülüğü, güzelliği ya da çirkinliği açık sözlülük adı altında mübalağa ederek ifade etmek ham bir davranış biçimidir. “Dobra dobra” dediğimiz tabir daha çok bir kötülüğü, bir olumsuzluğu ifade ederken ortaya çıkar. Unutmamamız gereken bir şey vardır ki oda üslubumuz hiçbir zaman kalp kıracak şekilde değil aksine gönül alacak şekilde olmalıdır. Bu hususta Hazreti Mevlana ne güzel demiştir:
‘’Lûtuf merhemi ol, inciten diken gibi olma!’’
Güzel huylu bir Müslüman’ın en büyük özelliklerinden biri hiç kuşkusuz açık sözlü yani doğru sözlü olmasıdır. Bir yanlışı gizlemek ve saklamak elbette doğru bir davranış biçimi değildir. Ancak bunun da bir ölçüsü, bir kıvamı olmalıdır. Cenab-ı Hak ‘da kullarının sağlam, dürüst ve açık sözlü olmalarını ister fakat bunun yanında yumuşak ve gönül alıcı söz söylemelerini buyurur.
“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (İsra Suresi 53)
Sonuç olarak; Müslüman, merhametli, hassas bir gönle sahip olmalı ve kimseyi ne eliyle, ne diliyle, ne de davranışlarıyla kırıp incitmemelidir. Haline, sözlerine son derece özen göstermelidir. Ağzından çıkan her kelimeyi iyice ölçüp tartmalı, kendisine ve karşısındakine faydalı olup olmayacağını iyice hesaplamalıdır. Ok yaydan çıktıktan sonra meydana gelebilecek hususlar daha büyük sorunlara yol açabileceği için açık sözlülüğü güzel bir ölçüde, yerinde ve zamanında kullanmayı bilmelidir… Aksi takdirde doğru sözlü dobra dobra bir insan olmak başına olmadık dertler açar ve kaş yaparken göz çıkarmak deyimi mucibince olmadık yere karşısındakinin hafazanallah istemeden kalbini kırmaya sebebiyet verir. Dolayısı ile açık sözlü olmaktaki huyumuza kalp kırmadan devam edelim.

Allah cümlemize doğru sözü, doğru şekilde kullanmayı nasip eylesin.(Âmin)

BU KAÇINCI GİDİŞ KAÇARCASINA?

Bu kaçıncı gidiş kaçarcasına?
Kaçıncı koşuşturma binbir telaş.
Bu kaçıncı öfke içime hapsettiğim, sustuğum, yuttuğum…
Omuzlarıma bilmem kaç kez yükledim bütün yüklerimi de çarptım kapıları.
Telaşla kaçıncı giyişim ayakkabıları mı?
 Kaç kez öfkeden tek tük giydim çoraplarımı.
Saymadım kaç kez gidip  de geri döndüğümü omuzlarım düşmüş bir halde.
Bakmadım aynalara kaç kırışıklık kondurdu yüzüme yorgunluğum,
bitkinliğim, bitmişliğim...

Gitmek savunulabilirdi elbette.
Bir bahanesi olabilirdi. Bir nefes sayılabilirdi. 
Ama
ardımda solan gülüşleri hiç düşünmeden kaçmak neyin nesiydi?

Bir utanç biriktirdim şimdi avuçlarımda.
Bir buket hüzün, bir tutam pişmanlık…
hepsi harmanlandı ve bir çile doğdu semalarımda.

Nereye gitsem, hangi yöne dönsem bir adım yakın hep kaçışlarım ayak ucuma.

ve...

Ve bir kıyamet kopar yoksunlaştığımız, yalnızlaştığımız yerden.
Bir acı huzmesi kaplar yüreklerimizi.

Kaçışlarım;
Son bulmayan çaresizliğim.

Kaçışlarım; gider gibi...

kaçışlarım; Bir haksızlık buketi kondurur ellerine bilirim.

Baharını soldurur tüm çiçeklerin

Yıldızlarını söndürür gökyüzünün

Ölüm fermanını verir 
bilirim..

Kaçışlarım...
nefes almaktır benim, 
ki ben; nefes almayı çok severim....

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Düş…



Bir kelebek olası geliyor insanın

Öyle uçası geliyor şen

Sonra konası geliyor ellerine

Sonra bir daha uçası geliyor

Ne kadar da güzelsin kelebek

Ne kadar da masum

Ne kadar da meçhule uçarken umarsız

Kelebek olası geliyor insanın

 Onun gibi Uçmak uçmak uçmak istiyor

Konmak konmak istiyor sevdiğinin avuçlarına

Güneşe yüzünü dönmek istiyor

Ve sonra farkına varmadan senin gibi

Yuması geliyor insanın yüzünü sonsuzluğa.
ve

bir düş olası geliyor insanın
bir kelebek renklerinde bir düş...