15 Şubat 2015 Pazar

SOSYOLOJİK BAKIŞ AÇISIYLA SİNEMADA KADIN


1895 de Paris’te Lumirére kardeşlerin icadıyla sinema sessiz başladığı serüvenine 1930’lardan itibaren sesli olarak devam etmiştir.  Bu serüveninde ise ilk ve uzun metrajlı film 1935 de yapılmıştır... 20. Yüzyıla tekabül eden bu süreç ile feminizmin yerel olarak doğuş zamanı düşünürler tarafından manidar bulunmuştur. Yenidünya da kendine yer arayan, sesini duyurmaya çalışan kadın, sinemanın kitlelere sesini duyuruyor olması sebebiyle; sinemanın gücünü keşfetmiştir. Zira bu yıllarda ABD’de haftalık izleyici sayısı kırk milyonun üzerine çıkmıştır.  

 

Rönesans’la başlayan sanat ve edebiyat alanındaki büyük devrimde yer bulamayan kadın istediği yere uzun yıllar gelememiştir. Çünkü feminist literatür daha özgürlükçü ve eşitlikçi haklara sahip olmak isterken bir erkek alanı haline gelen felsefe dünyasından destek bulamamıştır. Bu meyanda Felsefe tarihinin mimli filozoflarından biri Arthur Schopenhauer’dır. Kadınlar hakkında kaleme aldığı denemesinde kadının akıl yürütme gücünden yoksun oluşunu doğuştan gelen bir olgunlaşmamışlık olarak niteleyen Schopenhauer kadınların oldukça sınırlı türden bir akıl yürütme becerisi kazanabileceklerini ve (ömürleri boyunca büyük bir çocuk olarak ) kalacaklarını düşünmektedir.  Hakeza kadınlara karsı tavrıyla bilinen Friedrich Nietzche kadının en büyük sanatının yalan olduğunu ifade etmiş ve aynı zamanda ‘’azgın bir kadının düşüne gireceğime katilin eline düşmeyi yeğlerim’’ diyerek kadını cinsel bir obje olarak görmek bir yana onu küçümser bir tavır sergilemiştir. Kadının yerini ev, aklını ise yarım bulan anlayışın hâkim olması ve yıllarca kadının sesini duyuramayışı kadınları günümüze kadar kendini dünyaya ifade edebilme çabası içerisine sokmuştur kuşkusuz.  Filozofların bu tavrının yanı sıra sinemadan beklenilen ise kadın sorunsalını gözler önüne sereceği fikriydi. fakat bu iyi fikrin tam aksi feminizmin iddia ettiği sinema kadının ikincil konumda olmasını pekiştirme görevi üstlenmiştir.  

Şöyle ki; Ünlü İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın tatlı saatler (Dulces Horas) adlı filmindeki bir erkek yönetmenlerin feministlerle bir sorunları olduğunu belli eder. Saura, Avrupa  (sanat) sinemasının önemli temsilcilerindendir. Filmde erkek kahraman evine kız arkadaşını getirir.  Kadın incecik, şık dekolte bir gece elbisesi giymiştir.  Erkek mutfakta kadına içecek bir şeyler koyarken; kadında mutfağa girer ve ortalığın çok kirli olduğunu görür.  (çünkü hizmetçi kadın gelememiştir) böylesine zarif ve şık giyimli bir kadın mutfakta çalışırken düşünülemez fakat izleyicinin başına tam da düşünmediği bir şey gelir. Bilakis Kadın bir önlük ister;  gece elbisesinin üstüne önlüğünü takar erkeğin yardım teklifini de reddeder.  

Bir başka örnekte ise Robin Hood filminde Hood’un sevgilisinin gözleri görmektedir ayrıca kendisini koruyacak kadar da genç ve güçlü bir kadındır.  Ama kör ve yaşlı bir adamın koruması eşliğinde bir yerden baksa bir yere gider. Bir anlamda erkek ne kadar kör ve yaşlı olsa da genç ve gören bir kadından daha güçlü, daha güvenilirdir.  Çünkü ‘’erkektir’’.

Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür ancak Sinema ve kadın ilişkisi bağlamında bakıldığında sorun yalnızca kadının nasıl temsil edildiği, kadına nasıl bakıldığı boyutuyla değil aynı zamanda sektör içinde çalışan kadın sanatçılarla ve sinema yönetmenleriyle de alakalıdır.  Feminizme göre Sinemada feminist bilinç taşıyan sanatçı ve yönetmenlerin varlığı daha yoğun olsaydı kadınlar cinsellikleriyle özdeşleştirilerek sunulmaz, eşitsizlikleri pekiştirilmez ve onların haklarını savunan projelere daha sıklıkla yer verilirdi.  Ki Amerika’da yapılan araştırmaya göre 1949 dan 1979 a kadar yapılan 7.332 konulu filmin yalnızca 14’ünün kadınlar tarafından yönetildiği iddia edilmiştir. Bu da feminizmin kadın yönetmen azlığının eleştirisini doğrular niteliktedir adeta.

Sinemada Kadınlar tarafından yazılmış ya da yönetilmiş  filmlerde ise aile içi şiddet gibi toplumsal sorunlara değinilir. Bu filmlerde kadına bakışın daha öznel olduğu görülür; kadınlar fethedilmeyi bekleyen nesneler olmaktan çok yaşama mücadelesi içinde yer alan sorumluluk bilinci taşıyan, her türlü zorluğun üstesinden gelen bireyler olarak konumlanırlar.   

 

Feminizm akımı 20. Yüzyılın başlarında yerel olarak başlamakla beraber sesini en çok 1960’larda yeni toplumsal hareketlerin doğuşuyla daha bir duyurmaya başlamıştır. Yenidünya görüşlerinin doğduğu bu yıllarda teknolojinin gelişmesiyle büyük değişim sinema sektöründe de kendini göstermiştir. Artık yerel olan küreselleşmiş ve böylelikle ulusaşırı kültür algısı egemenleşmiştir. Buna mukabil feministler bu yenileşme sürecinde yine mağdur olduklarını ifade etmişlerdir. Evet, sert, her şeye hâkim, güçlü erkek imgesinin dikkat çekiciliğini kaybettiği son dönemde ortaya daha evcimen babalar çıkmıştır; bu babalar daha ziyade evdedirler ve daha çok çocuklarıyla beraberdirler ama bu defa sorun çıkaran, evine ve çocuklarına bakmayan sorunlu kadınlar yaratmışlardır. Bir şekilde kadının rolünün değişmesi onun kimyasının da olumsuz yönde değişeceği fikri aşılanmaya başlamıştır. Kadın iflah olmaz, akıllanmaz bir çocuktur zira!  

 

Bir diğer eleştiri konusu da 21. Yüzyıl’a yani günümüze gelindiğinde ekonomik kaygılar yükselmiş, çekilen filmlerde yerel olanın beğenisinden ziyade tüm dünyanın beğenisinin önem kazandığı bir popüler ideoloji sistemi gelişmiştir. Sinema sektörü büyük bir Pazar alanı haline gelmiştir. Bu dönemde feminizmin savunuculuğu yapılmasına karşın ekonomik kaygı güden ve bu büyük pazardan pay almak isteyen yönetmenler derinlikli ideolojik filmler çekmekte geri durmuşlardır. Bu dönemin filmleri daha çok, gündelik yani sıradandır. Bu da yönetmenleri ha keza yapımcı ve yazarları özgün yapıtlar yerine kitlenin önemsediği, ilgisinin yöneldiği tarzda filmler çekmeye/ yayınlamaya/ yazmaya yöneltmiştir. Ve zaten sonuç da göstermiştir ki idealist yönetmenlerin derinlik estetiğe sahip, toplumsal bilinç kazandırmayı hedefledikleri filmler az izleyiciye ulaşırken anlık, eğlence kültürüne hitap eden filmler dünya çapında ses getirmiştir.  

Tüm bu görüşlerin nihayetine varıldığında denilebilir ki geçmişten günümüze geçen bu zaman içerisinde feminist çabalar boş kalmamakla birlikte arzu edilen seviyeye de ulaşamamıştır. Hızla değişen ve gelişen dünya düzeninde ise bu sorunsal imge iyiden iyiye muğlâklaşmaktadır. Ama umulur ki hak arayışlarının yerini bulduğu, haksızlıkların en aza indirildiği, eşitliklerin çoğaldığı bir gelecek vardır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder