1895 de Paris’te Lumirére kardeşlerin icadıyla sinema sessiz
başladığı serüvenine 1930’lardan itibaren sesli olarak devam etmiştir. Bu
serüveninde ise ilk ve uzun metrajlı film 1935 de yapılmıştır... 20. Yüzyıla
tekabül eden bu süreç ile feminizmin yerel olarak doğuş zamanı düşünürler
tarafından manidar bulunmuştur. Yenidünya da kendine yer arayan, sesini
duyurmaya çalışan kadın, sinemanın kitlelere sesini duyuruyor olması sebebiyle;
sinemanın gücünü keşfetmiştir. Zira bu yıllarda ABD’de haftalık izleyici sayısı
kırk milyonun üzerine çıkmıştır.
Rönesans’la başlayan sanat ve edebiyat alanındaki büyük
devrimde yer bulamayan kadın istediği yere uzun yıllar gelememiştir. Çünkü
feminist literatür daha özgürlükçü ve eşitlikçi haklara sahip olmak isterken bir
erkek alanı haline gelen felsefe dünyasından destek bulamamıştır. Bu meyanda
Felsefe tarihinin mimli filozoflarından biri Arthur Schopenhauer’dır. Kadınlar
hakkında kaleme aldığı denemesinde kadının akıl yürütme gücünden yoksun oluşunu
doğuştan gelen bir olgunlaşmamışlık olarak niteleyen Schopenhauer kadınların
oldukça sınırlı türden bir akıl yürütme becerisi kazanabileceklerini ve
(ömürleri boyunca büyük bir çocuk olarak ) kalacaklarını düşünmektedir.
Hakeza kadınlara karsı tavrıyla bilinen Friedrich Nietzche kadının en büyük
sanatının yalan olduğunu ifade etmiş ve aynı zamanda ‘’azgın bir kadının düşüne
gireceğime katilin eline düşmeyi yeğlerim’’ diyerek kadını cinsel bir obje
olarak görmek bir yana onu küçümser bir tavır sergilemiştir. Kadının yerini ev,
aklını ise yarım bulan anlayışın hâkim olması ve yıllarca kadının sesini
duyuramayışı kadınları günümüze kadar kendini dünyaya ifade edebilme çabası
içerisine sokmuştur kuşkusuz. Filozofların bu tavrının yanı sıra
sinemadan beklenilen ise kadın sorunsalını gözler önüne sereceği fikriydi.
fakat bu iyi fikrin tam aksi feminizmin iddia ettiği sinema kadının ikincil
konumda olmasını pekiştirme görevi üstlenmiştir.
Şöyle ki; Ünlü İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın tatlı
saatler (Dulces Horas) adlı filmindeki bir erkek yönetmenlerin feministlerle
bir sorunları olduğunu belli eder. Saura, Avrupa (sanat) sinemasının
önemli temsilcilerindendir. Filmde erkek kahraman evine kız arkadaşını
getirir. Kadın incecik, şık dekolte bir gece elbisesi giymiştir.
Erkek mutfakta kadına içecek bir şeyler koyarken; kadında mutfağa girer ve
ortalığın çok kirli olduğunu görür. (çünkü hizmetçi kadın gelememiştir)
böylesine zarif ve şık giyimli bir kadın mutfakta çalışırken düşünülemez fakat
izleyicinin başına tam da düşünmediği bir şey gelir. Bilakis Kadın bir önlük
ister; gece elbisesinin üstüne önlüğünü takar erkeğin yardım teklifini de
reddeder.
Bir başka örnekte ise Robin Hood filminde Hood’un
sevgilisinin gözleri görmektedir ayrıca kendisini koruyacak kadar da genç ve
güçlü bir kadındır. Ama kör ve yaşlı bir adamın koruması eşliğinde bir
yerden baksa bir yere gider. Bir anlamda erkek ne kadar kör ve yaşlı olsa da
genç ve gören bir kadından daha güçlü, daha güvenilirdir. Çünkü
‘’erkektir’’.
Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür ancak
Sinema ve kadın ilişkisi bağlamında bakıldığında sorun yalnızca kadının nasıl
temsil edildiği, kadına nasıl bakıldığı boyutuyla değil aynı zamanda sektör
içinde çalışan kadın sanatçılarla ve sinema yönetmenleriyle de
alakalıdır. Feminizme göre Sinemada feminist bilinç taşıyan sanatçı ve
yönetmenlerin varlığı daha yoğun olsaydı kadınlar cinsellikleriyle
özdeşleştirilerek sunulmaz, eşitsizlikleri pekiştirilmez ve onların haklarını
savunan projelere daha sıklıkla yer verilirdi. Ki Amerika’da yapılan
araştırmaya göre 1949 dan 1979 a kadar yapılan 7.332 konulu filmin yalnızca
14’ünün kadınlar tarafından yönetildiği iddia edilmiştir. Bu da feminizmin kadın
yönetmen azlığının eleştirisini doğrular niteliktedir adeta.
Sinemada Kadınlar tarafından yazılmış ya da yönetilmiş
filmlerde ise aile içi şiddet gibi toplumsal sorunlara değinilir. Bu
filmlerde kadına bakışın daha öznel olduğu görülür; kadınlar fethedilmeyi
bekleyen nesneler olmaktan çok yaşama mücadelesi içinde yer alan sorumluluk
bilinci taşıyan, her türlü zorluğun üstesinden gelen bireyler olarak
konumlanırlar.
Feminizm akımı 20. Yüzyılın başlarında yerel olarak
başlamakla beraber sesini en çok 1960’larda yeni toplumsal hareketlerin
doğuşuyla daha bir duyurmaya başlamıştır. Yenidünya görüşlerinin doğduğu bu
yıllarda teknolojinin gelişmesiyle büyük değişim sinema sektöründe de kendini
göstermiştir. Artık yerel olan küreselleşmiş ve böylelikle ulusaşırı kültür
algısı egemenleşmiştir. Buna mukabil feministler bu yenileşme sürecinde yine
mağdur olduklarını ifade etmişlerdir. Evet, sert, her şeye hâkim, güçlü erkek
imgesinin dikkat çekiciliğini kaybettiği son dönemde ortaya daha evcimen
babalar çıkmıştır; bu babalar daha ziyade evdedirler ve daha çok çocuklarıyla
beraberdirler ama bu defa sorun çıkaran, evine ve çocuklarına bakmayan sorunlu
kadınlar yaratmışlardır. Bir şekilde kadının rolünün değişmesi onun kimyasının
da olumsuz yönde değişeceği fikri aşılanmaya başlamıştır. Kadın iflah olmaz,
akıllanmaz bir çocuktur zira!
Bir diğer eleştiri konusu da 21. Yüzyıl’a yani günümüze
gelindiğinde ekonomik kaygılar yükselmiş, çekilen filmlerde yerel olanın
beğenisinden ziyade tüm dünyanın beğenisinin önem kazandığı bir popüler
ideoloji sistemi gelişmiştir. Sinema sektörü büyük bir Pazar alanı haline
gelmiştir. Bu dönemde feminizmin savunuculuğu yapılmasına karşın ekonomik kaygı
güden ve bu büyük pazardan pay almak isteyen yönetmenler derinlikli ideolojik
filmler çekmekte geri durmuşlardır. Bu dönemin filmleri daha çok, gündelik yani
sıradandır. Bu da yönetmenleri ha keza yapımcı ve yazarları özgün yapıtlar
yerine kitlenin önemsediği, ilgisinin yöneldiği tarzda filmler çekmeye/
yayınlamaya/ yazmaya yöneltmiştir. Ve zaten sonuç da göstermiştir ki idealist
yönetmenlerin derinlik estetiğe sahip, toplumsal bilinç kazandırmayı
hedefledikleri filmler az izleyiciye ulaşırken anlık, eğlence kültürüne hitap
eden filmler dünya çapında ses getirmiştir.
Tüm bu görüşlerin nihayetine varıldığında denilebilir
ki geçmişten günümüze geçen bu zaman içerisinde feminist çabalar boş kalmamakla
birlikte arzu edilen seviyeye de ulaşamamıştır. Hızla değişen ve gelişen dünya
düzeninde ise bu sorunsal imge iyiden iyiye muğlâklaşmaktadır. Ama umulur ki
hak arayışlarının yerini bulduğu, haksızlıkların en aza indirildiği,
eşitliklerin çoğaldığı bir gelecek vardır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder