18 Ağustos 2012 Cumartesi

ÖMÜR GEÇERKEN...


KİMSE BENİ SEVMİYOR...


Bir kuyunun içine düştüm. Ne sonu belli ne başı belli… Gel zaman bekledim git zaman bekledim. Yoldan geçen bir kervan beni de bulur dedim. Ne kervan geçti ne de bir başkası. Sonra bir ışık huzmesi geldi çattı gözlerime. Kendi çabamla çıktım tırmana tırmana gün yüzüne. Sağıma baktım, soluma baktım bir tanıdık yüze rastlamadım. Yollara düştüm mecramı bulmak için, kendim olmak için az yürüdüm dinlendim, çok yürüdüm yol aldım. Dere tepe dağ aştım. Derken küçük terk edilmiş bir eve vardım. Tüm terk edilmişliği ve viraneliğiyle orada yaşamaya başladım. Günler oldu, haftalar oldu, yıllar oldu derken bir selam verenim olmadı. Kendi çayımı kendim içtim bir kahvemi içip kırk yıl hatırımı yâd edecek dostum olmadı. Sonra bir gün düşündüm nerden düştüm bu kuyuya? Arayanım yok mu bu dünyada? Öldü mü sandılar?  Yoksa unutup maziye mi gömdüler. Bu yalnızlık dipsiz kuyu ile başladı nerede son bulacak?  Bu yalnızlıkta benin sonum ne olacak? Düşündüm taşındım bir cevap bulamadım. Böylece düşüne dururken bir gece vakti gözlerim daldı yıldızların parladığı rüyaların ötesine. Bir ses işittim öyle uzaktan; düşün, düşün diyordu. Kalbime şüphe tohumları ekiyordu. Hani neredeler güvendiklerin, sevdiklerin... Evet dedim yoklar. Aramadılar, sormadılar, bir ses olsun etmediler. Hasret ne duymadılar. Bir katre özlem biriktirmediler. Etraf sessiz ve renksiz kendimle baş başa hala düşünüyordum. Bu nasıl bir rüya bilmiyordum. Sonra camdan sızan ay ışığı yüzümü okşarken uyandım. Aynı hayatı yaşamaya devam ettim. Amma velâkin dilime pelesenk oldu bir cümle, zihnimin çarkını çevirdi… Herkes gitti kimse yok! Yokluk yalnızlığa gebe şimdi…
Bu yalnızlığın sebebi sonunda anladım ki;kimse beni sevmiyor.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

YALNIZLIĞIN SİZCESİ…




Gece yarısına çeyrek var. Saatime bakışımın üzerinden saniyeler geçmesine rağmen tekrar tekrar bakıyorum. Soğuktan camları buharlaşmış saatimin... Bunu bilmem bir kaç kez bakışımın ardından ancak fark ediyorum. Son otobüs saat tam gece 12'yi gösterdiğinde kalkacak biliyorum. Durakta nöbeti devralan asker gibi bekliyorum bende. Elimde izlediğim sinema biletiyle oynuyorum bir yandan.

Derken benimle aynı sinemadan çıkan iki kişi geliyor durağa. Gecenin sessizliğine bir nebze olsun ses oluyorlar. İzledikleri filmin etkisinden olsa gerek yalnızlıktan dem vurmaya başlıyor biri. Yalnızlığa bir isim koyulacak olsa kendi ismimi koyardım diyor hüzünlü bir ses tonuyla.

İstemeden de olsa merak edip aralarında geçen sohbete kulak kesmeye başlıyorum…  Hâlbuki istemeden nasıl kulak kesilir insan? Oysa duymamak için çantamdan telefonumu çıkartıp bir iki müzik dinleyebilirdim. Ki genelde öyle zamanlarda yani en ihtiyaç duyduğum anda kulaklığımı yanıma almamış olurdum. Ya da bu ihtimal de söndü diyelim. Hadi kulaklığımı unuttum, bunun yerine içimden bir şarkı mırıldanamaz mıydım? Hâlbuki Böyle yaparak kendimi dinlemiş ve yanımdakilerin sesini de bastırmış olurdum.

'Ama' insan işte…

Asıl yapmak istediğinin bir iki kelimeyle üzerini örtmeye çalışır. Bir bahane sunu verir kendine her zaman. Hep bir 'ama' saklı tutar kendine…  Bahaneleri bir kenara bırakacak olursak konuşulan konu dikkatimi çekmişti.

Hâsılı dikkatimi cezbeden diğer husus ise; arkadaşıyla sinemadan yeni çıkan birinin yalnızlıktan yakınması, üstüne bir de yalnızlığa kendi ismini vermek istemesi olmuştu.

Elbette herkes kendi yorumunu katar hislerine…

Belki iki arkadaş sinemaya girmeden evvel bir yerlerde gezip zaman geçirmişlerdi beraber. Ne bileyim vitrin vitrin gezmişlerdi yahut bir çay bahçesinde oturmuşlardı…

Dolu gibi görünen boş şeylerdi belki de yalnızlığı çeken için tüm bunlar. Ki gece olup da kendine çekildiğinde şehir, tüm hazlar ve tatlar nihayet bulduğunda hissettikleri buydu; yalnızlık… Başka bir açıdan bakınca da hüzün doldu içime. Açımı şikâyet edene değil de şikâyetçi olunan kişiye çevirmiştim bu kez. Sizinle zamanını geçiren birinin yalnız olduğunu iddia etmesi haksızlık olmaz mıydı? Ve aklıma bir soruyu da kaçınılmaz olarak getirmişti bu bakış; kim daha yalnızdı? Sabırla dinliyordu arkadaşının hislerini. Sükûnetle… Kim bilir nasıl bir duygu içerisine hapsediliyordu böylelikle.

Nasılda umarsızca, hissizce sarf ediyorduk duygularımızı… Düşüncesizliğin zirvesine ulaşıyorduk böylelikle…

Acı! Yalnızlığa duçar olduğunu düşünmekte, senin yanında bulunup sana emek harcayanlara bu haksızlığı yapmak da acı!

Kendimizi yalnızlaştırırken, olanca sabrıyla yanımızda bulunanlara bu haksızlık ne acı!

Bu konuşmaya kulak kesilirken(!) defahatle saatime bakmamın üzerinden dakikalar geçmişken, gecenin zifiri karanlığında otobüsün farlarından yansıyan ışık gözlerimin içine doluyor sonra… 12 ye 1 kala… Doğruluyorum ve biniyorum tek yolcusunun ben olduğum otobüse. Yağmur çiselemeye başlıyor hafiften. Zamanlamayı harika buluyorum. Telefonumu çantamdan çıkartıp yanımda olmayacağını farz ettiğim kulaklığımı takıyorum kulaklarıma. Yağmur ve müzik iyi geliyor bu yolculuğa…

           Ve tüm bunlara binaen yalnızlık üzerine düşünmeye başlıyorum.
Ne dersiniz belki de bir yazardır yalnız olan? Çünkü hiç gitmediği bir sinemadan çıkar,
Hiç tanımadığı ve görmediği insanları görür, Hiç vuku bulmamış bir konuşmaya kulak kesilir…
    Nihayet hiç binmemiş olduğu otobüse biner ve yağmurun yağışını hayal eder…
                                             Sizce de kimdir yalnız olan?


14 Ağustos 2012 Salı


ORUÇ BAŞIMA VURDU DERİZ; YA KALBİMİZE VURMADI MI?

Çok şükür bir Ramazan-ı şerif ayına daha merhaba dedik. Kuşkusuz kimimizin merhabası daha coşkulu, daha istekli ve arzulu, ancak kimimizin merhabası da tam aksine korku ve şüphe dolu…   Aynı zamanda acaba sorularıyla yüklü…

Çünkü Şehr-i sıyam yani oruç ayı olarak anılan ramazan ayı bu yıl geçtiğimiz diğer birkaç yıl da olduğu gibi en uzun ve en sıcak günlere isabet etti.  Hal böyle olunca da birçok endişeyi beraberinde getirdi. Bu endişelere bir de her gün akşam haber bültenlerinde uzun uzadıya değinilen sıcak hava tablosu eklenince korkular bir kat daha arttı.

Eyvahlar havada uçuşur oldu. Eyvah havalar çok sıcak! Kavurucu sıcaklarda susuz oruç nasıl tutulacak? Nasıl dayanacağız uzun günlerde açlığa?

Bu minvalden korku saçan tutumlar orucun bir ibadetten çok açlık ve susuzluk savaşı(!) gibi algılanmasına neden oluyor desek abartmış olmayız…

Aslına bakarsanız bu sıkıntıları da yaşamaz isek açların susuzların halinden nasıl anlayacağımız da madalyonun diğer bir yüzü aslında. Bir de aklıma şu hatıraları getiriyor bu korku ve endişe dolu sorular. Aylarca kavurucu sıcakta biz dünya nimetlerinden faydalanırken, susuz Afrika çöllerinde çocuklar aylarca susuzluğa nasıl dayanabiliyordu? Biz obezite batağına batırırken aşırı israflarımızla bedenlerimizi kıtlık yaşayan Afrika ülkelerinde çocukların kemiklerine etleri yapışmış can çekişmiyorlar mıydı? Peki, halden anlıyor muyduk sahi, televizyonlarımızın başında ayağımızı uzatıp meyve tabağımızdaki meyveleri bir yandan tüketirken? İşte bu yıl ve önümüzdeki birkaç yıl ramazan aylarının meşakkatli olması beklide en güzel halden anlama kıvamına sokacak bizleri. Ne dersinizi?

Buna nispetle oruç ibadetini sadece açlık ve susuzluk olarak yansıtmak oruç’un asıl mahiyetine darbe vurmaktır! Evet, oruç şekil olarak imsak vaktinden, iftar vaktine kadar bir amaç uğruna ve bilinçli olarak yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak (bkz: İslam ansiklopedisi,581) olsa da bedenin dinlenmesinden ziyade ruhun manevi boyut kazanmasını hedeflemektedir. Merhamet, şefkat, sabır, şükür, hale rıza gibi temayülleri şahsımızda zirveleştirirken, aynını zaman da dili, gözü, gönlü her türlü kötülüklerden korumamız ve sakındırmamız hususunda bize yön veren en iyi öğreticilerdendir.

Yine oruç ibadetini açlıktan ibaret sananlar maalesef bütün günlerini ve güçlerini bu fikre adapte edeceklerdir. Bu da ister istemez dile şikâyet olarak yansıyacaktır.

 Bütün bir yıl Yüce Rabbimizin bizlere bahşettiği sayısız nimetlerden özgürce faydalandığımız halde; elhamdülillah şimdi üzerimize farz olan (bakara suresi, 183- 184)  orucumuzu eda ediyoruz bize sabretmek düşer diyebilme erdemini gösteremeyip aksine oruç başıma vurdu! Oruç mideme vurdu! Uzun ve sıcak günlerde oruç eziyet (!) haline geldi gibi şikâyetlerle oruç’un bizleri nefis mücadelesinden ziyade açlık mücadelesi içerisine sokacağı kuşkusuz…  Hâlbuki oruç değil açlık başa vurabilir. Oruç eziyet değil bilakis manevi temayülleri zirveleştiren bir ibadettir. İnsan vücuduna zara veren açlık greviyle karıştırılmamalıdır! Açlık grevi günlerce sürüp vücuda zarar verirken oruç belirli saatleri kapsar ayrıca sahur ve iftar olmak üzere bedeni gereğince beslemeyi öngörür.

 Bu sebeple oruca bu tarz isimler takmak onun kıymetine halel getirebilir ve dili şikâyetlerle kirleteceği gibi tuttuğumuz orucun mahiyetine de gölge düşürür.

Nitekim Peygamber Efendimiz (Sav) bir hadis-i şeriflerinde biz ümmetine şu ibretli ikazda bulunmuştur: ‘ oruç bir kalkandır; sakın oruçluyken, cahillik edip de kem söz söylemeyin…’  (buhari, savm 9, Müslim 30) anlaşıldığı üzere oruç tutmak sadece iştah ve şehveti dizginlemeyi değil bilakis dili kötü ve çirkin söz söylememeye karşı da kendimizi nasıl dizginlememiz gerektiğini öğretmektedir.

Oruç ibadetine olan algı şüphesiz ki kişiden kişiye farklılıklar arz eder. Farz-ı misal; birkaç ressamı bir araya getirsek ve onlara doğanın resmini çizmelerini söylesek, onların resmedecekleri resim mutlaka kendilerine göre bir duyuşu, bir görüşü yansıtacaktır. Her bir ressam aynı tabiat parçasını kendi süzgecinden geçirecek ve ona farklı farklı anlamlar katacaktır. İşte oruç ibadeti de böyle bir duygunun, içselliğin sonunda; her bireyde farklı sonuçlara gebe olacaktır tabir-i caizse bu dünyada ne ekersek ahrette onu biçeceğiz. Bir hadis-i şerifinde peygamber Efendimiz Yüce Rabbimizin ‘ oruç benim içindir; onun karşılığını ben vereceğim’ buyurduğunu haber vermiştir. (İslam ansiklopedisi, 581)

Dolayısıyla sevgili okur; dilimizi oruç tutarken açlık ve açlığın getirdiği sıkıntılarla meşgul etmemeli, tam aksine kalp âlemimize getireceğini umduğumuz güzelliklerle meşgul etmeliyiz.

Ve düşünmeliyiz/düşünelim bu Ramazan oruç başımıza değil kalbimize ne kadar vurdu!