31 Aralık 2012 Pazartesi

ÖMRÜMÜZÜN KAR ARALIĞI



Ben Kar'ı ilk seninle sevmiştim...
İlk seninle beyaz masumluğuna yüzümü sürmüştüm.
Kar seninle bu kadar güzeldi.
Seninle bu kadar sıcaktı  soğuk gövdesi.
Kar; Avuçlarıma ilk alışımda senin ellerini tutar gibi hissettirmişti.
gözlerimin içine ilk parıldadığı zaman bembeyaz;
senin gözlerinin parıltısı gibi gelmişti bana.
Sen gibiydi kar...
Senin gibiydi...
Oysa önceleri de yağmıştı şemsiyemin üzerine
Ama ben en çok seninleyken saçlarıma yağmasını sevmiştim.
Ben Kar'a ilk manasını seninle vermiştim.
İlklerin başlangıcıydı Kar,
sonların bitişi...
İlk Galata kulesinde yağmıştı üzerimize
iki çocuk gibi şen, en tepeden izlemiştik şehre inişini.
bir melekler tutuyordu ellerinden, bir biz tutuyorduk
eriyordu sonra avuçlarımızda;
biz gülüyorduk...
bir kar yağıyordu,
bir dünya dönüyordu,
birde bizim başımız dönüyordu...
Ben Kar'ı ilk seninle sevmiştim...
ne var ki bir sen bilmiyordun bunu
herkes biliyordu; Kar bile
O eridi gitti.
Sonra bir daha yağdı üzerime ve bir kez daha...
O hep zamanını bildi ve tuttu melekler ellerinden
Ve sen...
hiç gelmedin; tutamadık bir daha kar'ı ellerimizde
o öğrendi senin için onu sevdiğimi
bir Sen hiç bilemedin
Kar'ı Senin için sevdiğimi...

KIR ÇİÇEĞİ...




Üşüyordu... en son yaprağı da bugün veda etmişti gözlerinin içine baka
baka. Uzun bir süre soluşunu izlemişti öyle mahzun bir edayla. En son
yaprağının toprağa düşüşü daha bir yalnızlık vermişti. İyice cılızlaşmıştı
ince narin bedeni. O asalet dolu günlerinden eser kalmamıştı artık.
Rüzgar hiç acımadan vurmuştu olanca kuvvetiyle solgun yapraklarına.
Böyle oluyordu son vuruşlar. Önce kırmızıya çalan yaprakları
sararıyordu, sonra kahverengi bir mat renge boyanıyordu. İyice
güçsüzleşti mi de bir esinti toprağa düşmesine sebep oluyordu. Öyle bir
kere değildi ezası. Teker teker bekliyordu acılarının son bulacağı günü.
Bir defada döküverseler, belki bu kadar ölüp ölüp dirilmeyecekti.
Her gün böyle apansız bir vedayla sarsılışı dayanılmaz bir yük
yüklüyordu omuzlarına. Can dayanmazdı buna kuşkusuz. Varlığının
yok oluşunu an be an izlemek zordu.
kaç bahar açtı yaprakları aslında, kaç kış soldu... ne var ki hep varlığı
emanet edildi tekrar tekrar. Eski zarafetine kaç kez kavuştu. Ve bu
yalnızlık dehlizlerine kaç kez savruldu...
alışmıştı... alışmak zorunda kalmıştı.
Lakin korkuları hiç son bulmuyordu. Çünkü çok son görmüştü.ve
öğrenmişti tüm bu gidişlerin ardından her vedanın derin bir sancı
doğurduğunu. Ne yağmurun ne rüzgarın acıması vardı. Korkuyordu...
kıvranıyordu acılar içerisinde. Hele bu yokluktan, tenhalıktan daha çok
korkuyordu. Zifiri karanlıklarla boğuşurken girift bir sona doğru
gitmekten korkuyordu. Korkuları toprağa daha sıkı sıkıya bağlanmasını
sağlıyordu bir yandan. Köklerini biraz daha derinlemesine işliyordu
toprağa. Her yıl biraz daha her yıl biraz daha dibe doğru sarılışı
artıyordu. Tek başınaydı ne de olsa. Bu sarılış mazur görülebilirdi.
Ama rahat bırakmıyordu rüzgarlar, yağmurlar, karlar... yokluyordu zayıf
bir anını delice esen fırtınalar. Nasılda bir hayat mücadelesi veriyordu.
Tek arzusu o güzelim yapraklarına kavuşmak ve sonra ilk baharın
cıvıltısını ruhunda hissetmek için. Tüm bu bekleyişlere değiyordu
doğrusu. Güneşin sıcak yüzüne yaslanışı her şeye değerdi ne de olsa. Ya
rüzgarlara ne demeliydi. Her bahar Ilık ılık eserken bu iki yüzlülük
niyeydi? bu kadar sert vuruşlarla acımasızca kanatırken , incitirken bu
merhametsizliğine kim ne anlam verebilirdi? Kendi sesi o kadar
yüksekti ki doğrusu kendi çığlığından başka çığlıklara kulak asmıyordu.
Sahi bilseydi, duysaydı eğer yürek sızısını kır çiçeğinin, yine de bu kadar
hunharca davranabilir miydi? Bu kadar deli esebilir miydi? Esiyordu... hiç
aksatmadan görevini. Bu da onun bir göreviydi nihayetinde. O da böyle
hayat buluyordu. Artık olgunlaştıkça anlıyordu kır çiçeği de bunun bir
görev olduğunu, bir düzenin parçalarıydı hepsi. Ama ya diğer kır
çiçekleri gibi o da bir gün tutunduğu topraktan koparılırsa diye.
Bilmediği bir şey vardı kır çiçeğinin. Ancak yaşayınca öğrenebileceği bir
gerçek vardı. Korkuların, elbette bir gün gelip çatacağı gerçeği dururdu
hep bir köşede. Ve sinsice takip ederdi sonunu bekleyenleri. Nihayet
bulunca vakti saati kapıyı çalardı. İlla korkulan vuku bulurdu. Ve
öğrenirdi her kır çiçeği diğer kır çiçekleri gibi kendinin de bir sonu
olduğunu...