20 Ağustos 2013 Salı

FİKRİN YOKSA ZANN'DAN KAÇIN; SUKUT ET!

Fikri olmayanın fikir beyan edemeyeceği  gerçeği durur karşımızda. Ama nedense birçok insanda bunun tam tersi durum mevcuttur.  Herhangi bir konu hakkında fikrimiz tam oluşmasa da beyanlarımız, yargılarımız ve dahi zanlarımız havada uçuşur çoğumuzun. Aslına bakarsanız bu çoğu zamanda gülünç duruma düşürür kişiyi. Bir beden büyük kıyafet giymek gibi emanet durur fikrimizde üzerimizde. 

Ne var ki içinde bulunulan hatanın farkına varılmadığında bu hal süreğen hale gelir ve bir noktadan sonrada kişi için normalleşir.
Ve evet bugüne baktığımızda bu durum öyle yaygınlaşmış bir durumdaki, hayatımıza yön veren bir olgu haline dönüşmüştür adeta.  Bir vakada üçüncü kişi olmak bizi fikir beyan etmekten asla alı koymaz ve sadece kulaktan dolma bilgilerle bile bizi bir yargıya ulaştırır.

Farzı misal bir yangını uzaktan izleyen izleyiciler olalım. Yangın neden çıkmış, niçin ev yanmış gibi sorular merakımızı celp edeceğinden hemen bir hengâmenin içinde buluruz kendimizi. Biri der elektrikten çıkmış, bir diğeri sigaradan çıkmış, daha bir başkası ise tüp patlamış, bomba patlamış gibi bir sürü birbirinden alakasız fikirler, zanlar ortaya atar. Hâlbuki olay bambaşkadır!

Yine geçenlerde 80 yaşlarında ki bir dedenin 75 yaşındaki karısının dırdırından usanıp onu suda boğduğu haberi yayılır. Seksen yaşındaki dede aksi ispatlanıncaya kadar o yaşında hapse düşer. Durum kısa bir süre sonra açığa çıkar. İşin aslı tam tersidir. Yaşlı hanımı banyoda yıkanırken düşmüş ve ölmüştür. Ama suçsuz dedenin adı katile çıkmıştır çoktan. Nasılda acımasız oluyoruz dimi işin içini bilmediğimiz birçok durumda. Hâlbuki insanın bir şeyleri sadece zannetmesi sebebiyle yapması ne kadar doğru? Sonra kuru bir özürle “af edersiniz ben öyle zannetmiştim” mi diyeceğiz?

Hucurat suresi 12. Ayeti kerime de bu husus şöyle açıklanır. “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının! Şüphesiz ki zannın bazısı günahtır… Ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere zannettiklerimizin doğru olmadığı ve üstüne üstlük günah olacağı anlatılmıştır. Bilip  bilmeden, önünü arkasını araştırmadan birilerinin canını yakmak tabii ki büyük bir hatadır. Evvela bir fikri beyan etmeden önce iyi araştırmalıyız. Lakin bu araştırma bizim ve bir başkasının hayrına dokunacak bir araştırma ise… 
Aksi takdirde yine Hucurat suresi 12. Ayeti kerimede “… Birbirinizin kusurunu inceden inceye araştırmayın…” buyrulmaktadır.
İyi bir zanna örnek olarak şu hadise de pek ibretlidir:

ABD de Berkeley üniversitesinde Richard adlı öğrenci matematik dersine geç kalır. Derse girer girmezde tahtada iki tane soru görür. Soruların ev ödevi olduğunu zanneder ve defterine not alır. Bir hafta sonra soruların çözümünü yapıp profesörün masasına bırakır. Aradan 3 hafta geçer matematik profesörü Richard ‘ın evine kadar gelir ve Richard sen ne yaptın deyip kucaklar. Öğrenci şaşkın bir vaziyette ben ne yaptım? diye sorar. Profesör; sen bugüne kadar çözülmeyen iki problemi çözdün der! Richard şu manidar cevabı verir; ben onları ev ödevi zannettiğim için çözdüm. Eğer biri bana onların çözülemeyen iki problem olduğunu söyleseydi ben de diğerleri gibi bu problemleri çözemezdim…

Anlaşıldığı üzere zannettiklerimizin bizi nereye ulaştıracağı çok mühimdir. Ulaştığımız noktanın bize ne gibi bir kazancı veyahut ne gibi bir götürüsü olacağı da mühimdir. Zannımız bizi görülüyor ki ya başarıya ya da yanılgıya sürüklemektedir. Unutmamalı bazı yanlış davranışlarımızın getirisi telafi edilemez sonuçlar doğurabilir. Bakıldığı zaman geçmişin tozlu raflarında maziye terk edilmiş birçok hayat keşkelerle doludur.


Dolayısıyla üzerimize düşen en elzem vazife her konuda tedbiri elden bırakmamaktır.  Fikir sahibi olmadığımız konularda da fikir beyan etmemektir. İlla fikir beyan edecek isek de doğru kaynaklardan doğru bilgiyi edinmeliyiz. Böylelikle kendimizi de komik ve zor duruma düşürmekten korumuş oluruz! Vesselam…

CANIMI YAKANIN CANINI YAKARIM!


  Canımız çok kıymetlidir değil mi? Misal; En hafifinden küçük bir iğne ucu batsa parmak ucumuza ahlayıp vahlarız.  İğne ucu kadar küçük bir zeval dahi gelsin istemeyiz herhangi bir yerimize. Kendimiz yine kendimize kıymetliyizdir. Kıyamayız saçımızın tek bir teline. Zira saçlarımızı tararken tarakta birikip solup giden tellere üzülür, hemen bir dünya önlem alırız.   
 Yine Bir meyveyi keserken kanattığımız parmağımıza sürmediğimiz merhem kalmaz. Hatta gider ne olur ne olmaz diye tetanos iğnesi dahi yaptırırız.
  Sözüm alınan tedbire değil elbet.  Sözüm Kendimize verdiğimiz kıymete dikkat çekmek. Ve bu kıymete binaen yine başkalarına verdiğimiz önemi ölçme, tartmak.  Bedenimize gösterdiğimiz ilgi ve alakanın haricinde ruhumuza da ilgi ve alakayı fazlasıyla gösteririz kuşkusuz. Gözümüzden bir damla yaş akıtacak kimseyi tanımayız bu âlemde. Ki eğer bir damla yaş akıtacak biri baki olursa hayatımızda ve eğer bizi üzecek, kederlendirecek, başımızı yastıklara düşürecek bir yanlış yapacak olursa da vay haline… Kendimize gelince kedi gibiyizdir. Keyfine düşkün, sakin sessiz, zararsız… Ama bir kuyruğumuza basıldı mı? Görmeyin gitsin aslanlığımızı! Tırnaklarımızı hemen çıkarıveririz. O uysallığımızdan eser kalmaz. Zaten bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözü de buradan türemiştir. Bizimle iyi geçindiği sürece herkes iyidir. Ama canımızı yakacak bir olay vuku bulursa da yılanın ta kendisi olabiliriz. Hâsılı dokunma canıma canını seveyim, yakarsan canımı yakarım canını… Adeta düsturumuz, amacımız bu oluveriyor canımız yakıldığında. Bir klişedir bu söz o sebeple “canımı yakanın canını yakarım”
  Yoksa bencil miyiz? Tamda sorulması gereken soru bu aslında. Nedir bu kin,  niçin bu kavga?  Neyi paylaşamıyoruz. Hiç mi barışık değiliz kimseyle? Affedicilik yok mu bizim lügatimizde. Yoksa biz miyiz asıl kendisiyle barışamayan.  Kendisine küskün olan… Oysa biz “kendi için istediğini mümin kardeşi içinde istemeyen bizden değildir” diyerek bencilliği tasvip etmeyen bir Peygamberin (sav) Ümmetiyiz.
  O halde niçin canımı yakanın canını yakarım idealiyle bir tavır takınırız çevremize karşı? Niçin en küçük meseleleri dahi büyüterek, üstünü örtmeyerek dahi affetmeyerek, kan davası gibi olayları lastik misali uzatırda uzatırız. Ve neden küçük sorunların çözümünü kolay yollarla halletmeyiz.  Keza aranılıp bulunan çözümler çözüm yerine daha da sarpa sarar. Sanki bir parmak değil bir kol kangren olmuş gibi çareyi kolu kesmekte zannederiz çünkü? Hal böyle olunca çözümler çarelere dönüşmedikçe, biz kötülüğe bir adım gittikçe, karşımızdakinin de içindeki ateşini alevlendirip içindeki düşmanı uyandırırız. Karşıdaki de senin canın can da benim ki can değil mi diyerek geri adım atmayıp bilakis kısa kısas bir mücadeleye girişir. Böylece araya giren gurur, kin, bencillikler sayesinde dallanıp budaklanır sorunlar.
  Eskilerde duyduğum bir haber bu anlattıklarımı onaylar nitelikte adeta: komşunun koyunları yandaki komşunun kumunu dağıttı diye kavga çıkmış, iş bir özürle kapanmamış ve iki aileden de olmak üzere olayda birkaç kişi hayatını kaybetmiş…”bu hadiseyi duyduğumda daha çocuklu yaşlardaydım ve ağlayayım mı güleyim mi şaşırmıştım. Çünkü olay koyunlar yüzünden çıkmıştı ve yine zarar gören sadece kumlardı. Sonu ise ibretliydi. Telafisi mümkün olan bir olayın sonu, telafisi mümkün olmayan bir zarara dönüşmüştü.
  Bakınız ki; Canımıza bir iş, bir halel gelmesin diye onca çabalarız, onca gayret ederiz, kendimizi ve ailemizi kötülüklerden korumak için adeta nöbet tutan kurt gibi gözümüzü kırpmayız. Ama nasıl oluyorsa, nasıl bilinçsizce aklın zafiyetine uğruyorsak, malımıza bir zarar geldi mi o kıymetli can kıymetsizleşiyor ve kendimizi ateşin tam da ortasına atıveriyoruz. İlla kötü sonuçlanmasa dahi bağımıza bahçemize zarar veren komşuya selamı kesiyoruz. Küçücük meseleler hayatımızın odağı, tek gerçeği oluveriyor bir anda.
  Hâlbuki geçsek kendi bencilliğimizden, kullansak Rabbimizin bize verdiği aklı hakkıyla, Allah'ın izniyle ne malımıza ne canımıza ne evladımıza bir zarar uğrar.  Keza Gelen sıkıntılar olursa da sabrederek üstesinden gelmek mümin kuluna yine Rabbinden tavsiyedir. Zira dertsiz baş imtihansız hayat olmayacağı da bir gerçektir. Büyükler bu hususta ateşe körükle gidilmez öğüdünü boşa vermemiştir. Ayrıca yine büyük Allah dostları affede affede, affedilmeye layık olunur diyerek de affetmeyi tavsiye etmişlerdir.
  Misal olarak şu hadise de ne ibretlidir; Tabiinin büyüklerinden İmam Şa'bi'nin kendisine hakaret eden fasık bir şahsa:  “__eğer dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” demiştir ve bize de böylelikle şahsımıza yapılan haksızlıklara nasıl muamele etmemiz gerektiği konusunda örnek olmuştur.

  Yazılanlardan hâsıl olan netice itibariyle merhamet, şefkat gibi güzel hasletleri kendi şahsımızda sergilemeli ve bunu kendimize, evladımıza, sevdiklerimize gösterdiğimiz kadar çevremize de göstermeliyiz. Canımızı yakanın canını yakarak bir silsileye sebebiyet vermek yerine affederek büyük üzüntülerin önünü kesmeliyiz…

19 Ağustos 2013 Pazartesi

İKİ GÖZÜM ÖNÜME AKSIN DERLER; YA AKARSA?


Nasrettin Hocanın meşhur bir kıssası vardır hani; gölü yoğurtla mayalama…  Hoca bir gün bir kâse yoğurtla gölün kenarına gider ve göle birkaç kaşık yoğurt çalar. Bu ilginç olayı görenler sorar Hocaya ne yaptığını. Nasrettin hoca gölü mayaladığını anlatır. Koca gölün birkaç kaşık yoğurtla mayalanmasını akıl karı bulmazlar ve Hocaya bunun mümkün olmayacağını gölün yoğurt tutmayacağını söylerler.  Ve Nasrettin hoca o çok konuşulacak olan, aynı zamanda da çokça manidar olan o cevabı verir “YA tutarsa?”
Buradan yola çıkarak, günlük hayatımızda sıkça kullandığımız, aynı zamanda dua niteliği taşıyan kelimelerimize değinmek istiyorum. Yediden yetmişe birçok kişinin bilinçsizce sarf ettiği minvaldendir bu dualar. Genellikle bir isteğimizi yerine getirmek için veyahut karşımızdakini ikna etmek için hakeza duygularını sömürmek amacı ile telaffuz edilir. Sömürü diyorum çünkü bu dua ve dilekleri işiten insanları zorda bırakmış oluruz. Karşımızdakini büyük bir sorumluluğun altına sokmuş oluruz… Söyleyen, duyan kadar ürpermez ne yazık ki bu duadan. Belki bunun gerçekleşebileceğinden bile emin değildir. Sadece lafta kalacağını sanır. Bu dualara misal olarak şunlar kâfidir;  ölümü gör, iki gözüm önüme aksın, şuradan şuraya gitmek nasip olmasın, şuracıkta başıma bir bela gelsin, ellerim kırılsın, dilim tutmasın… ( Allah muhafaza etsin)  bu duaları bilinçsizce telaffuz edenler tıpkı Nasrettin hocaya inanmayan güruh gibidir. Ama bir düşünün ya tutarsa?

DUALARIN KABULÜ NASIL OLUR?


Evet, tutacağına inanılmayan, laf olsun diye sarf bu minvalden dualarda tutar.  Öyle bir vakte denk düşer ki tutuverir, kabul ediliverir dualara icabet eden Yüce Rabbimiz tarafından. Nasıl mı? Mesela ezan okunurken sarf edilirse tutar. Nitekim Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “dua ezan ile kamet arasında reddolunmaz” (feyzü'l kadir c.2 s.541) yine o sırada oruçlu ise tutar. Zira bu hususta da Peygamber Efendimiz iftar edinceye kadar oruçlunun duasının kabul olacağını bildirmiştir. (müslim c. 1) bunun gibi; yağmur yağarken, namaza dururken de duaların kabul olacağı rivayetler arasındadır. (feyzü'l kadir c.3 s 258) yine ölümü gör tarzında yapılan dua için de ayrıca şu hadisi şerif çok açıklayıcıdır: Hz Enes (ra) anlatıyor: __Resulullah (sav) şöyle buyurdular: “ sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü temenni etmesin.” (buhari, merda 19)

HAYIRSIZ OLAN DUALAR NEDEN TUTMAZ?

“insan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” buyrulmaktadır İsra Suresi 11. Ayeti kerime de. Buna mukabil olarak yine şöyle buyurur Cenab-ı Hakk Yunus suresi 11. Ayet-i Kerime de: “Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu…”
Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah kötü duaların önüne tıpkı bir set çekmiştir. Bu da onun kuluna karşı ne kadar merhametli olduğunun bir göstergesidir. Nitekim bu böyle olmasa arkadaşından bir sırrı öğrenmek için eğer söylemezsen ölümü gör diyen ve karşılığında hiçbir şey öğrenemeyen kimsenin ölmesi gerekirdi. Ya da şu kötü huyumdan vazgeçmezsem dilim kopsun diyen kişi zaafları nedeniyle terk edemezse o huyunu dilinin kopması icap ederdi.

Lakin unutmamalı ki hayırsız olan dualarımızın tutmayacak diye bir garantisi de yoktur. Bu Yüce Rabbimizin bize göstereceği merhamet ve lütfü keremine kalmıştır. O halde yukarıda da anlattığımız gibi duaların kabul olunacağı, meleklerin de âmin diyebileceği bir vakte tevafuk eden hayırsız dualarımızın akıbetinden çekinmeli bu tarz konuşma biçimini kendimize şiar edinmemeliyiz…