31 Aralık 2012 Pazartesi

ÖMRÜMÜZÜN KAR ARALIĞI



Ben Kar'ı ilk seninle sevmiştim...
İlk seninle beyaz masumluğuna yüzümü sürmüştüm.
Kar seninle bu kadar güzeldi.
Seninle bu kadar sıcaktı  soğuk gövdesi.
Kar; Avuçlarıma ilk alışımda senin ellerini tutar gibi hissettirmişti.
gözlerimin içine ilk parıldadığı zaman bembeyaz;
senin gözlerinin parıltısı gibi gelmişti bana.
Sen gibiydi kar...
Senin gibiydi...
Oysa önceleri de yağmıştı şemsiyemin üzerine
Ama ben en çok seninleyken saçlarıma yağmasını sevmiştim.
Ben Kar'a ilk manasını seninle vermiştim.
İlklerin başlangıcıydı Kar,
sonların bitişi...
İlk Galata kulesinde yağmıştı üzerimize
iki çocuk gibi şen, en tepeden izlemiştik şehre inişini.
bir melekler tutuyordu ellerinden, bir biz tutuyorduk
eriyordu sonra avuçlarımızda;
biz gülüyorduk...
bir kar yağıyordu,
bir dünya dönüyordu,
birde bizim başımız dönüyordu...
Ben Kar'ı ilk seninle sevmiştim...
ne var ki bir sen bilmiyordun bunu
herkes biliyordu; Kar bile
O eridi gitti.
Sonra bir daha yağdı üzerime ve bir kez daha...
O hep zamanını bildi ve tuttu melekler ellerinden
Ve sen...
hiç gelmedin; tutamadık bir daha kar'ı ellerimizde
o öğrendi senin için onu sevdiğimi
bir Sen hiç bilemedin
Kar'ı Senin için sevdiğimi...

KIR ÇİÇEĞİ...




Üşüyordu... en son yaprağı da bugün veda etmişti gözlerinin içine baka
baka. Uzun bir süre soluşunu izlemişti öyle mahzun bir edayla. En son
yaprağının toprağa düşüşü daha bir yalnızlık vermişti. İyice cılızlaşmıştı
ince narin bedeni. O asalet dolu günlerinden eser kalmamıştı artık.
Rüzgar hiç acımadan vurmuştu olanca kuvvetiyle solgun yapraklarına.
Böyle oluyordu son vuruşlar. Önce kırmızıya çalan yaprakları
sararıyordu, sonra kahverengi bir mat renge boyanıyordu. İyice
güçsüzleşti mi de bir esinti toprağa düşmesine sebep oluyordu. Öyle bir
kere değildi ezası. Teker teker bekliyordu acılarının son bulacağı günü.
Bir defada döküverseler, belki bu kadar ölüp ölüp dirilmeyecekti.
Her gün böyle apansız bir vedayla sarsılışı dayanılmaz bir yük
yüklüyordu omuzlarına. Can dayanmazdı buna kuşkusuz. Varlığının
yok oluşunu an be an izlemek zordu.
kaç bahar açtı yaprakları aslında, kaç kış soldu... ne var ki hep varlığı
emanet edildi tekrar tekrar. Eski zarafetine kaç kez kavuştu. Ve bu
yalnızlık dehlizlerine kaç kez savruldu...
alışmıştı... alışmak zorunda kalmıştı.
Lakin korkuları hiç son bulmuyordu. Çünkü çok son görmüştü.ve
öğrenmişti tüm bu gidişlerin ardından her vedanın derin bir sancı
doğurduğunu. Ne yağmurun ne rüzgarın acıması vardı. Korkuyordu...
kıvranıyordu acılar içerisinde. Hele bu yokluktan, tenhalıktan daha çok
korkuyordu. Zifiri karanlıklarla boğuşurken girift bir sona doğru
gitmekten korkuyordu. Korkuları toprağa daha sıkı sıkıya bağlanmasını
sağlıyordu bir yandan. Köklerini biraz daha derinlemesine işliyordu
toprağa. Her yıl biraz daha her yıl biraz daha dibe doğru sarılışı
artıyordu. Tek başınaydı ne de olsa. Bu sarılış mazur görülebilirdi.
Ama rahat bırakmıyordu rüzgarlar, yağmurlar, karlar... yokluyordu zayıf
bir anını delice esen fırtınalar. Nasılda bir hayat mücadelesi veriyordu.
Tek arzusu o güzelim yapraklarına kavuşmak ve sonra ilk baharın
cıvıltısını ruhunda hissetmek için. Tüm bu bekleyişlere değiyordu
doğrusu. Güneşin sıcak yüzüne yaslanışı her şeye değerdi ne de olsa. Ya
rüzgarlara ne demeliydi. Her bahar Ilık ılık eserken bu iki yüzlülük
niyeydi? bu kadar sert vuruşlarla acımasızca kanatırken , incitirken bu
merhametsizliğine kim ne anlam verebilirdi? Kendi sesi o kadar
yüksekti ki doğrusu kendi çığlığından başka çığlıklara kulak asmıyordu.
Sahi bilseydi, duysaydı eğer yürek sızısını kır çiçeğinin, yine de bu kadar
hunharca davranabilir miydi? Bu kadar deli esebilir miydi? Esiyordu... hiç
aksatmadan görevini. Bu da onun bir göreviydi nihayetinde. O da böyle
hayat buluyordu. Artık olgunlaştıkça anlıyordu kır çiçeği de bunun bir
görev olduğunu, bir düzenin parçalarıydı hepsi. Ama ya diğer kır
çiçekleri gibi o da bir gün tutunduğu topraktan koparılırsa diye.
Bilmediği bir şey vardı kır çiçeğinin. Ancak yaşayınca öğrenebileceği bir
gerçek vardı. Korkuların, elbette bir gün gelip çatacağı gerçeği dururdu
hep bir köşede. Ve sinsice takip ederdi sonunu bekleyenleri. Nihayet
bulunca vakti saati kapıyı çalardı. İlla korkulan vuku bulurdu. Ve
öğrenirdi her kır çiçeği diğer kır çiçekleri gibi kendinin de bir sonu
olduğunu...

2 Kasım 2012 Cuma


CANIM SIKILIYOR DEME!

Sürdüğümüz hayat süresince dilimize sayısız sözcükler katarız. Bu sözcükler kimi zaman beynimizin tozlu rafları arasında unutulmaya mahkûm edilirken, kimi sözcükler dilimize düşer oradan cümlelerimize yerleşir ve bizimle bir hayat sürerler.
Hayatımıza yön veren ise çoğu zaman kurduğumuz cümlelerdir. Kelimeler bizi biz yapan, düşüncelerimizi cümlelerimiz haline getirmemizi sağlayan birer araçtır. Ruh halimizi yansıtırlar. Öyle ki bazı kelimeler hayat tarzımız haline gelirler.

SIKILMAK NE DEMEKTİR?
Bu kelimelerin en başında yer alan söylenişi itibari ile de can sıkan kelimelerin başında ‘’ sıkılmak’’ kelimesi gelir. Adeta dilimize pelesenk olmuştur denebilir.
Sıkılmak kelimesi sözlükte; içine sıkıntı gelmek, yüreği daralmak, üzülüp keyfi kaçamak manalarına gelmektedir.
Sıkıntı kelimesinin sözlükteki karşılığı ise; bir durumun baskı ve ağırlığının verdiği gönül darlığı, can sıkkınlığı, huzursuzluk ve yine kalabalık, düzensizlik, karışıklık ve bunların sebep olduğu sıkıcı, bunaltıcı durum, zorluk, eziyet, meşakkat olarak açıklanmaktadır.
KİMLER NİÇİN SIKILIR?
Bu güne baktığımızda bu kelimeyi ve türevlerini sarf eden insan sayısı oldukça çoktur. 7’den 70’e hemen herkese sorsan canım sıkılıyor der. Ya yapacak bir şey bulamamaktan(! )ya da yapacak çok işleri olduğundan ve yetişememekten yakınırlar. Ev hanımı olan bir bayan evde canının sıkıldığını söyler, çalışan insanların birçoğu ise kalabalıktan, koşuşturmalardan sıkıldığını söyler. Okuyan öğrenci derslerden, okumayan küçük çocuklar ise evde boş oturmaktan yakınır, şikâyet eder. Nihayetinde bir şekilde canımız sıkılır. Bunun ne yaşı ne de görünürde aşikâr olan bir nedeni vardır. Öylesine alelade bir günde dahi can sıkıntısıyla boğulabilir insan.
Hal bu ki İslam dini insana sıkılacağı tüm kapıları kapatır. Şükrü tavsiye eder. Nefes almanın, hayatı yaşamanın, sağlıklı olmanın değerini bilmemizi ister. Bardağın dolu tarafını görmemizi ister. Vakitlerimiz boş ise dolduracak güzel tavsiyeler verir. Dolu ise kendimizden daha sıkıntılı olanları görüp halimize şükretmemizi tavsiye buyurur.

İSLAMIN BİZE SUNDUĞU AKTİVİTELER!
Biz bugünü dünden farklı yasamayı tavsiye eden bir Peygamberin Ümmetiyiz şüphesiz. İslam dinide bize günlerimizi dolu dolu geçireceğimiz faydalı seçenekler sunmuştur. Bu seçenekler yapıldığında hem bize hem de karşımızdakine fayda sağlamış oluruz.

TEBESSÜMÜ ESİRGEME DER!
Güzel dinimiz bize tebessümle olsa da sadaka vermemizi söyler. Hep bir icraat şuuruna erdirmektir amacı. Boş kalmışlık duygusundan men eder. Yapacak bir şeylerin var olduğunu hatırlatır bize. Yoldaki taşı kenara kaldırmaktan tutun da susuz hayvana su vermekten, yaşlıların elinden tutup ihtiyaçlarını gidermeye kadar küçük aktiviteleri faydamıza görür. Nitekim İnşirah suresi 7. Ayet-i kerime de
‘’o halde boş kaldığın zaman, hemen başka bir işe giriş yorul!’’ buyrulmaktadır.  Bu ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere bize apaçık olarak boş kalınmamasının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır adeta. Malum olduğu üzere tüm insanlara verilen bir ömür süresi vardır. Günü saati dolan bu dünyadan göç etmeye mahkûmdur.  Hatta büyükler bu ömür süresine 3 günlük dünya göz açıp kapayıncaya kadar gelir geçer diyerek bize bahşedilen hayatın ne kadar çabucak hatta bir solukta biteceğini ima ederler. O vakit yapılacak bu kadar iş, uğraş var iken ne sıkılıyorum deme ye ne de sıkılmaya vaktimiz yok demektir.

HAYTTA İSEK HAYATI DOLU VE FAYDALI GEÇİRMELİYİZ!
Dolayısıyla yaşıyorsak, hayattaysak, sevdiklerimiz yanımızdaysa, bize bugünde, yarında bahşedilmişse, üzerimize düşen görev evvela bu günümüzü dünümüzden daha iyi daha faydalı nasıl yaşayabiliriz bunun gayretinde olmalı,  keza canımız sıkılınca hemen yeni bir işe dört elden sarılmalı bize bugünümüzü veren Yüce Rabbimize teşekkür etmeliyiz. Canım sıkılıyor kelimesini sarf ederek enerjimizi tüketmemeli bilakis enerjimizi daha faydalı aktivitelere yöneltmeliyiz. O vakit bütün sözlerden hâsıl olanlara binaen canım sıkılıyor deme; dopdolu iyilikler ve hayırlarla tüketilen bir ömürde canın sıkılacak vakti olmaz de!
Allah cümlemizi elinde olanların kadrini kıymetini bilenlerden eylesin. Dilimizden şükrü eksik etmesin inşallah. (âmin)


11 Ekim 2012 Perşembe

BOŞ SAYFALAR...





Boş birer sayfaydık seninle doldurulmayı bekleyen ve hala bekliyoruz tozlu raflarda...

BİR YAPRAĞIN TUTUNDUĞU DALA VEDASI ZORDUR...




Bir ağacın yapraklarının dökülüşünü uzaktan izlemek kolaydır. ama o dökülen yapraklardan biri de sen isen işte en zor veda budur...

SAKIN KINAMA!

Bizden uzak sandığımız bir musibet bize koşar adımla geliyor demektir.O  sebeple hatalı bir kulu kınamak musibetleri mıknatıs gibi üzerimize çekmeye  vesiledir.

5 Eylül 2012 Çarşamba

MELAL MEVSİMİ SONBAHAR


Sözler yarım kaldı sonbahar uğrayalı bu diyara
Yağmurlar gözlerime yağdı
Rüzgârlar ruhumda esti
Sarardı tüm yaprakları yürek ağaçlarımın
Hışırtıları sardı yaprakların tüm benliğimi
Boğazımda düğümlendi kelimelerim.
Sonbahar uğrayalı bu diyara
Neler olmadı, neler değişmedi ki?
Sen yoksun...
Sonbahar var
Yokluk var
Yalnızlık boğazıma kadar çöreklendi
Oysa her şey var da
Tek eksik sen kaldın
Isınmak kaldı sevginle
Mevsimin soldurduğu yaprakların üstünde
Koşmak kaldı.
Şiirlerin boynu bükük şimdi
Hele martıları sorma
Hüzün batağındalar şimdilerde
Sesleri feryat olmuş semalarda
Kız kulesi desen o da yapayalnız üşümekte
Bir kız var şimdi galata kulesinde
Sonbaharı izleyen
Hazanı içine sindiren
Sessiz, suskun bir kız var şimdi ardında kalmış
Ah sonbahar ah...
Geldin de yürek kapımı bir alacaklı gibi çaldın.
Bende bir suçlu gibi büktüm boynumu
Ram ettim kendimi senin matemine
İlla bir ortak ararsın kendi yasına
İlla birini yakarsın ya kor ateşinde
Yandım bende kaçınılmaz
Sen uğrayalı bu diyara
Kelimeler dizildi boğazıma
Ta içerime çöreklendi sorma...

4 Eylül 2012 Salı

KAÇIŞ...



Bir gitmek vurursa sahiline hiç durma

Sen de git gidebildiğin yere kadar...

Sığamadıysan ne bir mekâna ne bir gönle,

Yollara düş düşebildiğin kadar.

YAŞAMAK GÜZELDİR...




Her yeni başlayan aşk Hazirana benzer.
Haziran kadar yeni ve tazedir.
Güven verir.
Yakmaz.
Acıtmaz.
Ama... 
Yanıltıcıdır her fani aşk gibi Haziranda.
Gelip geçicidir.
Gün olur Eylül vurur mutlaka sahiline.
Her biten aşk da Eylül gibidir.
Hazindir, hüsrandır, melaldir.
Yine de  bir Aşk uğrarsa Haziran gibi sahiline
Korkma aç kapılarını
Çünkü; Eylüle rağmen
Yaşamak güzeldir, en az Haziran kadar Aşkı...

3 Eylül 2012 Pazartesi

HAZİRAN


Güvenmiştim sana Haziran.
Güneşin öyle sıcak doğmuştu ki perdemin arasından yüzüme doğru.
Öyle ısıtmıştı ki geçmişten arta kalan soğukluğumu…
Ilık ılık öyle sevmişti ki yüzümün çehrelerini.
Hiç tenimi yakmıyordu sıcaklığın. Bir tek sen, bir tek sen yetiyordun bana. 
Ne güzeldin Haziran! Hele; uzun bir kışın ardından gelişin ve doğuşun pencereme...
Sen gelmiştin usulca;
Ben de sorgusuz sualsiz buyur etmiştim sıcaklığını odamın içine, yüreğimin içine.
O kadar ki gözlerime bir fer bir ışık olmuştun.
Sıcaktın hem de sıcacık. Hoş gelmiştin sefa getirmiştin tüm benliğime.
Hep var olacağını zannetmiştim o an.
Hiç gitmeyecektin benden.
Hep ısıtacaktın en ücralarını ruhumun. Ilık bir serinlik olacaktın; hep.
“Hep ve hiç” kelimelerinin zirvesindeydi tüm benliğim gelişinle.
Hep var olacaktın ve hiç gitmeyecektin.
Günlerin, haftaların, ayların geçici olduğunu unutmuşum Haziran.
Dalmışım bir anlık gaflete. Sımsıkı bağlamıştım o yüzden ipimi senin ipine.
Sana çok güvenmiştim Haziran…
Hani sen tüm aylara inat doğmuştun pencereme. Hani aç tüm perdeleri kaldır aramızdan demiştin.
Çok emindin ya kendinden; hiç gitmeyecektin?
Sonra…
Bir sabah uyandığımda bulmadım seni yastığımın başucunda.
Senin yerine bir temmuz vurdu kirpiklerime.
Ama yakıcı…
Ama sıkıcı bir hararetle sardı kollarımı.
Ah Haziran onu da sevdim senden bir parça taşıdığı için, sana yakın olduğun için. Sonra... 
Ağustosa uğradı zaman. Ben onu da sevdim senden diye.
Ama farkında mıydın bilmem benden gittikçe uzaklaştığının?
Benden kaçtığının?
Tırnağın bile olamazdı ağustos.
Ama razıydım senden gelene yine de.
Boynumu bükmüştüm, kabullenmiştim...
Seni anımsatıyordu çehresi yinede.
Ah Haziran sana çok güvenmiştim.
Şimdi ne oldu da eylüle verdin kendini.
Senden bir iz yok ki eylülde.
Senin yaşattığın; eylülün elinde soluyor şimdi.
Ben; soluyorum şimdi.
Eylül de senden bir hatıra yok şimdi.
Gidişinin ardından bir soluk sonbahar var şimdi çehrelerde.
Gelip Geçenlerden miydin sende? Bir ateş çakıp kaçanlardan mıydın?
Bu yanılgıya nereden düşmüştüm?
Kalıcı kelimesi vardı da lisanlarda hale yansımamıştı...
Yoktu ve bir gafletle inanmıştım baki olduğuna.
Şimdi sonbahara merhaba demek acıtıyor içimi senden sonra.
Bir daha ısınmak için ılık Sıcaklığında kaç zaman beklemem gerekiyor kim bilir?  
Şimdi beklemek mi düşüyor payıma?
Beklerim Haziran, beklerim elbet gelmeni.
Ama korkum gelmemen değil.
Korkum;
Sen yine vurduğunda ılıklığınla pencereme ve geldiğinde bana;
Ya ben olmazsam Haziran..?

31 Ağustos 2012 Cuma

EYLÜL...



Eylül; görülmeyen yüzü hayatlarımızın...
bir buğulu camın ardına saklanmak gibiydi onun ardına saklanışım
eylül; gizli bir melal yüreklerimizde 
ve yalnızlığımızın en derin çizgisi yüzümüzün...

30 Ağustos 2012 Perşembe

HAK HUKUK ADALET VARDA KİMİN ELLİNDE?




Kendimi bildim bileli memurluk revaçtaydı ülkemizde. Çocukluğumun birçok evresinde rastlardım ününe. İzlediğim birçok filmin ana temasıydı. Dahi dillerde pelesenk olmuş ünü.

Garantiliydi çünkü. İşten atılma derdi yoktu memurun. Memur mu; hemen kız verilirdi. Memur mu; başa taç edilirdi. Öyle kıymetliydi ki memuru sırtında taşısan, elini ayağını öpsen; yeridir gözüyle bakılırdı.
Hal böyle olunca birçok kişi mesleğini seçerken memuriyete girebileceği meslekleri seçmeye başladı. Özel sektörün gideremediği güvensizliğe karşı kendilerini devlet güvencesinde buldu insanlar. Evet, bu fikir fena da değildi. İş bulunuyordu. Aş bulunuyordu. Tatili belli, giriş çıkış saati belliydi. Kafası rahat edecekti çalışanın. Tüm bu imkânlar cezp ediciydi ve gün geçtikçe ününe ün katıyordu memuriyet. Bu ünü halen bugünde var olmakta kuşkusuz.
Günümüz de gelinen noktaya gelince ününe ün katıldı ve en çok tercih edilen iş sahası devlet güvencesi altına girmek oldu. Bu da beraberinde birçok zorluğu getirdi. Talep artınca memur atamalarında sınav yöntemine gidildi. Belirli şartlar, vasıflar aranır oldu. Tabiri caizse ellini kolunu sallayanın giremeyeceği bir kurum haline getirildi.
Bugün polisinden tutun öğretmenine dahası hemşiresinden doktoruna geniş bir alana sahip memuriyet. Ama böylesine büyük bir kurum haline gelmesine karşın bariz sıkıntılar mevcut. Bir bakıyorsunuz sistem çorba gibi olmuş. Birbirine karışmış. Örneğin doğuya gitmek isteyeni batıya, batıya gitmek isteyeni doğuya gönderir olmuşlar. Mazereti olanın gözünün yaşına bakılmaz iken hiçbir mazereti olmayan yani çoluğu çocuğu olmayanlar istedikleri yerlerde konuşlanmışlar.
Hep rastladığım bir konu ise yamama yöntemi. Bir kuruma sekreter lazımsa açıkta bulunan öğretmeni, hemşireyi sekreter konumuna getiriyorlar.  Mesela bir örnek hemşirelik yapan bir hanım devlet hastanesinde açık kadro olmadığı İçin valiliğe memur olarak atanıyor. Yapacak işi olmadığı içinde ekseriyetle evinde zaman geçiriyor. İlginç bir tarafı daha var ki; işin ehli olan hala valilikte kadro açılmasını bekliyor.

Bir bakıyorsunuz devlet hastanesinin kadrosuna eli klavye tutmayan getiriliyor ama on elinde on marifet klavye ustası tıp sekreterliği mezunları atama sırası bekliyor. Yine öğretmen kadrosuna gelemeyenleri polis kadrolarında görmek hiç de şaşırtıcı bir durum değil artık.
Merak ediyorum bu sistemi çalıştıranların beyninin nasıl çalıştığını? Yakında doktor atanamadığı için; açık var diye hemşire mi olacak? Öğretmen olamayan açık olan yere defter tutmaya mı gönderilecek?
O zaman bu gençler neden onca yıl bu meslekleri öğrenmek için okul sıralarında dirsek çürütüyorlar? Mesleğini yapamayacaksa onlara niye ümit veriliyor, sonra da bu ümitler neden boşa çıkarılıyor.
Beklide bu da bir sistem hatasıdır sevgili okur. Çünkü bu vatandaşın duymadığı bir bahane değil. Nereye gitsek bir sistem hatası ile karşılaşıyoruz. Öyle alıştırıldı ki bize, birileri çıkıp bu karışıklıklar sistem hatasından dese öylece kabul edeceğiz.
Hâsılı hakkı adaleti biliyoruz, savunuyoruz ama bu hak ve adalet hak edene mi uygulanılıyor, hak edildiği gibimi kişilere dağıtılıyor orasını bil(e)miyoruz.
O zaman bizde sorarız bizim hakkımız olan kimin elinde?

26 Ağustos 2012 Pazar

DÜŞENİN DOSTU OLMAZ! MI ACABA?



Bugünlerde en fazla dile pelesenk olmuş bir dua vardır; “aman Allah kimseye muhtaç etmesin” diye. O kadar önemlidir ki bu dua dosta(!) düşmana muhtaç olunmasından şiddetle kaçındığımız için virdimiz haline gelmiştir. Buna mukabil hiçbir şekilde kimseye muhtaç duruma düşmemek için de bir o kadar hayatla mücadele içerisinde yaşarız. Bu uğurda ne gerekiyorsa, elimizden geleni ardımıza koymayız adeta. Bunun için ise belli başlı kurallar vardır. İyi bir sağlık, iyi bir maddi güce sahip olmak, iyi bir aileye sahip olmak ve kendi kendine yetebilmek gibi… Sırf bu sebepten ötürü, kendimizi bildik bileli bu en'lerin hepsinin kendimizde toplanması için çabalar sarf ederiz. Çünkü öyle bir deyimin varlığı var ki bizi hayata karşı, insanlara karşı gardımızı almaya mecbur eder. O söz yazıya konu olan 'düşenin dostu olmaz' klişesidir. Dostluklardan ümidimizin kesilmesini de ifade eder bu söylem. Çıkarsız, saf, temiz ve sırf Allah rızası için seven, sayan hakiki bir dost bulmak hayli zorlaştı çünkü.
DOST KİMDİR, KİME DENİR?
Dost kelimesi sözlükte; birini içten duygularla seven, her bakımdan kendisine güvenilir kimse diye geçer. Keza dostluk kelimesi de; birine veya bir şeye karşı duyulan içten ve güvenilir sevgi duyma, dost olma durumu diye karşılık bulur.
O halde dostluk kelimesi bir insanla aramıza girmişse akabinde güvenilir olma durumunu da üzerimize etiketlemiş oluruz. Her durumda güven duyulan bir dostluğa ise ihtiyaç duymayan hemen hiç kimse yoktur diyebiliriz. Lakin artık dostluk kelimesi dillerde öyle alelade bir biçimde sarf edilir oldu ki; dostluk gibi çok önemli bir müesseseyi dahi iki ayrı guruba ayırır olduk. Bu “iyi gün dost'u” ve “kötü gün dost'u” olarak karşımıza çıkar oldu maalesef. Hâlbuki sözlük manasında da belirtildiği üzere, dost kişi her halükarda dostluğu ifade eder. İşte dostluk kavramı da iyi günde ayrı kötü günde ayrı karaktere büründüğü için insanların güvenini sarstı. Bu deyimde böylelikle türemiş oldu. İnsanlar kime dostum diyeceğini şaşırdı. Bu gün var olan dost'u kötü günün de bir bakmışsın düşman saflarında görür oluyorsun.  İyi gününde, mutlu gününde arkanda duran dostun, dara düştüğünde senden kaçar, yüzünü çevirir oluyor. O halde kim nasıl dost diyebilir böylesine?

İSLAM DİNİNİN DOSTLUK KAVRAMINA BAKIŞ AÇISI NASILDIR?

İslam dini dostluğu bir bakıma İslam kardeşliği çatısı altında izafe eder. Ve böyle bir duyguyla yani İslam kardeşliği duygusuyla, dostlukları hakiki manada pekiştirme amacındadır. Ne yazık ki şimdilerde 'bireyselcilik'  ön planda tutulduğu için İslam kardeşliğine bağlı samimi dostluklarda neredeyse mumla aranır hale geldi. Peki, İslam kardeşliğinin önerdiği dostluk düşenin de, ayakta duranında dostu olmayı nasıl anlatır bizlere dersiniz?
İslam dini öncelikle dost bulmaktan ziyade iyi bir dost olmanın yollarını gösterir bizlere. Yardımlaşmanın, haberleşmenin, hal hatır sormanın, hasta ziyaretinin, selamlaşmanın ve tebessümle bile olsa insanların gönüllerine ferahlık vermenin gerekliliğini sunar bize. Bu ve benzeri güzel hasletler de ferdi bir yaşam tarzından ziyade sosyal bir yaşam tarzının benimsenmesine, bireyselciliğin değil de toplumla uyumlu bir şekilde hayat sürmenin lüzumunu aşılar. Nitekim insanların birbirine iyi günde ve kötü günde yardımlaşması Cenab-ı Hakk'ın da razı olduğu bir haslettir. Zira şu ayeti kerime de buna misal teşkil eder;

“… iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın!..” (el-maide, 2)

Yine sıkıntı ve dar zamanda yardımlaşmanın önemine binaen şu hadisi şerif örnek verilebilir: “ Kim bir mü'minin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan birine kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve ahrette kolaylık gösterir...” (müslim, zikr, 37 38) bu Hadis-i Şerif'in mahiyeti mucibince hareket eden bir insan kuşkusuz iyi bir dost olacaktır. Unutmamalı ki aradığın dost'u bulamıyorsan aranılan dost ol diye de meşhur bir söz vardır. Toplumlar her zaman belli bir nizam ve intizam içerisinde yaşamaya alışkındır. Bu nizam ve intizam bozulacak olursa da kargaşa dahi hır gür alıp başını gider. Böyle bir ortamda da ne güvenilir bir dost bulunur ne de hayatımız güzelliklerle idame olur. Toplumu bu tarz bir girdabın içerisine çekmemek de biz bilinçli insanların en asli görevidir. Öğrendiklerimizi evvela bizzat kendi şahsımızda sergilemeli, eşimize arkadaşıma, darda kalana, sıkıntıya düşene ve tüm insanlığa hayırlı birer dost olma yolunda olmalıyız. Düşmanlık kimsenin ameline zarardan başka bir şey getirmez. Yapılan iyilikler ise hem bu dünyada hem de ahrette insana ancak ve ancak saadet kapılarını açar.
O halde düşenin dostu olmaz gerçeğini biz yıkalım ve düşene de, düşmeyene olduğu kadar hakiki birer dost olalım!

25 Ağustos 2012 Cumartesi

HİCRET


Seninle ben; madde âleminden önce mana âleminde tanıştırıldık ilk olarak.
Daha ruhlarımız bedenlerimize emanet edilmemişken, kaderlerimiz birbirine emanet edilmişti.
Zamanın ve mekânın olmadığı ezelde kalem gıcırtıları yazmıştı yazgımızı kâğıtlara.
Gözlerimiz, ellerimiz buluşmadan önce, ruhlarımız buluşmuştu ötelerde. Ötelerin nuruyduk evvelde.
Sen ve ben Yazılmıştık ama yaşanmamıştık bir süreliğine. 
Sen ve ben Yazılmış bir masaldık ama okunmamıştık. ,
Yazılmıştık ama virgülden sonra bir noktaya varmamıştık. 
Gölgelerin dünyasında birbirimizi bulacağımız zamana dek bekleyecektik kuşkusuz.
Ta ki vuku bulup yaşayıncaya kadar, nokta oluncaya kadar beklemekti üzerimize düşen.
Ruhlarımız bedenlerimize emanet edildikten sonra her ikimizde gönderildiğimiz bu âlemde kendi hayatlarımızı yaşıyorduk.
Ne var ki; Madde âlemine geldik geleli bir yokluk içindeydi Kalplerimiz. Boşluğumuzu Doldurmayı, doldurulmayı bekliyorduk.
Kim nasıl giderecekti bu yokluğu? Kim nasıl dolduracaktı içimizdeki derin boşluğu?
Evvelimizde ve ahirimizde süreğen bir tatsızlık, bir yalnızlık vardı. Yokluk vardı aynalara her baktığımızda yüzümüzün derin çizgilerinde.
Var olmak için sebeplere sığınırdı insan çünkü. Arıyorduk bizde sebebimizi köşe bucak. Bekliyordum, bekliyordun…
Bekliyorduk…
Ve bilmiyorduk birbirimizi.
Ama içimizde bir şey Bilmediğimizi bilmeyi istiyordu!
İki âlem arasında geçen zaman diliminde bekledik onca.
Bir gün, vakti saati geldiğinde, ezelde yazılan yazı vuku buldu.
Kalemin kâğıtlara yazdığı alnımıza yazıldı ve Sonunda Yazılan oldu!
Tevafuk etti tam anlamıyla hayatlarımız; hayatlarımıza.
Bilinmeyenin gizliliği içinde kavuştuk dahi doldurduk dolduramadığımız derin boşluğu.
Bir sır, bir giz kuşatmışken etrafımızı; bulduk aramakta olduğumuzu.
Zira aramakla geçiyor insanın ömrü. Bilmediğini, bilemediğini aramakla…
Artık alnımıza yazılan ve aynı olan yazı ikimizin yazgısıydı.
Bize atfedileni, üzerimize teslim edileni ifa edecektik teslimiyetle.
Ve bağlayacaktık bağlarımızı düğümlerle.
Bu ne şans eseriydi ne de tesadüflere dayalıydı.
Tevafuk edilen zaman; doğrusuyla yanlışıyla bizim zamanımızdı.
Nasibimize düşeni bir çizgi üzerinde sırasıyla yaşarken şimdi; Bize ayrılan zamanı yaşama sırasıydı.
Payımıza ne düşüyorsa, ne kadar düşüyorsa…
Sonra…
Birleşmek yazılmışken ellerimize,  bir ayrılık vurdu sahilimize.
Yüreklerimizi kavuşturan kalem; günümüz, saatimiz dolduğunda yokluğumuzu, suskunluğumuzu yazdı. ...
Bir pranga gibi bağlandı yüreklerimize.
Mana âlemin de yazılan madde âleminde böyle vuku bulmuştu.
Ayrılık kaşlarını çattı gözbebeklerimizin ta içine. Bir şimşek gibi çaktı yüreklerimize. Beklenmedik bir anda beklenmedik şekilde hayatlarımızdaki düğüm çözüldü birbirinden.
Hangi ayrılık kolaydı? Ya da hangi ayrılık beklenebilinirdi ki?  Bizde; ansızın gelip, ansızın gittik bir birimizden. Ama bir tesadüf değildi tüm bunlar. Yaşanması gerekiyordu yaşadık yazılanı ve şimdi başka hayatlara yelken açtık.
Başka denizlerin dalgasıyla boğuşur olduk.
Hicret ettik bir yazılandan diğer yazılana. Ömür dediğimiz bir yolculuktan ibaret değil miydi? Ve üç şeritten oluşmuyor muydu?
Bir; gelişimiz,  İki; yol alışımız,  üç; gidişimiz…
Şimdi son yolda tüketiyoruz hayatı. bir ayrılık şarkısı çınlıyor kulaklarımızda.
Biz, yaşadık, ifa ettik hakkımızda yazılanı. 
nihayet buldu sonunda; yaşadık ve bitti!


19 Ağustos 2012 Pazar

OKU..!



O beklenen gün bekleyenin ayaklarına kadar geldi ve durdu bekleyen ben ve senin karşısında. Karşımda dururken Oku! Diyordu bana yazgım kendini.
Oku! Ne göreceksin? Ne yaşayacaksın?
Oku! Ben diyordum; ben okuma bilmem.
Ben; okumaktan ne anlarım kaderi?
Ben defteri kelama dökmekten ne anlarım diyordum.
Yazgım bana ben ona baka kaldım sonra.
Ve anladım okumak kelama dökmek değildi de okumak yazılanı yazılan şekliyle yaşamaktı.
Sen vardın orada. Öylece duruyor ve bekliyordun yaşanmayı.
Hayat bulmayı istiyordun. Yazıdan hal âleminde hallere dönüşmeyi bekliyordun.
Vuku bulacaktın bende. Ben sende.
Zamanını bekliyordun.
Ondan sonrası güneş ve ay gibi belirli bir süre aynı eksende birbirimizi, birbirimize rapteyledik. Senin gölgen benim üzerime kapaklandı. Kısa ama etkili bir buluşmaydı bu.
Bir tutulmaydı bu...
Ya sonrası?
Sonrası iyilik güzellik miydi?
Sonrası boşluk üzerine boşluk muydu?
Sonrası yalnızlık içre yalnızlık mıydı?
Mutluluk mu olduk birbirimize?
Yoksa varlık mı olduk?
Varlığın tükendiği yerde yokluk mu olduk?
Beklide hepsi olduk birbirimize… Çoğulduk tek olduk bir süre. Sen ve bendik biz olduk.
Hiçtik mana kazandık bir olduk.
Manasızlığımız anlam kazandı böylelikle.
Sonralar var oldu sonraları hayatımızda.
Bir anıya bir sonra ekledik. Bir sonraya bir sonra daha… Avucumuzda biriktirdik hatıraları.
Bir ipe sırasıyla fotoğrafları mandallamak gibiydi sıkı sıkıya; hatıraları biriktirmek.
Sen hüznün bir parçasıydın. Ben diğer bir parçası…
Bir yapbozun parçaları gibi uyum gösterdik ve bir bütünün parçası olduk.
Yarım değildik artık. Yarımken hüzün vardı ama tam olduktan sonra dağıldı gri kurşuni bulutlar üzerimizden.
Aydınlığında aydınlandık bütünlüğümüzün.
Sonra…
Parmak uçlarımız çıkageldi… Parmak uçların parmak uçlarıma bir müzik aletinin notalarına dokunur  gibi dokundu narince.
Hiçbir es yoktu notaların arasında. Bir tek notalar vardı.
Soluksuz ilerliyordu zaman nefeslerimizde.
Ve dokunuyordu bir sonra daha katarak sonralarımıza nefeslerimiz.
Ve…
Bitti her güzel gibi bize ayrılan sürenin vadi de.
Şimdi bir üşüme aldı tüm benliğimi.
Bir yağmur bulutu geziniyor üzerimde. Varlık yokluğa büründü çoktan.
Papatyalar döktü yapraklarını.
Yazılan suya yazılır gibi yazıldı benliğimize.
Yaşadık yaşamamız gerekeni.
Yaşarken okuduk Oku diye emredileni..!

18 Ağustos 2012 Cumartesi

ÖMÜR GEÇERKEN...


KİMSE BENİ SEVMİYOR...


Bir kuyunun içine düştüm. Ne sonu belli ne başı belli… Gel zaman bekledim git zaman bekledim. Yoldan geçen bir kervan beni de bulur dedim. Ne kervan geçti ne de bir başkası. Sonra bir ışık huzmesi geldi çattı gözlerime. Kendi çabamla çıktım tırmana tırmana gün yüzüne. Sağıma baktım, soluma baktım bir tanıdık yüze rastlamadım. Yollara düştüm mecramı bulmak için, kendim olmak için az yürüdüm dinlendim, çok yürüdüm yol aldım. Dere tepe dağ aştım. Derken küçük terk edilmiş bir eve vardım. Tüm terk edilmişliği ve viraneliğiyle orada yaşamaya başladım. Günler oldu, haftalar oldu, yıllar oldu derken bir selam verenim olmadı. Kendi çayımı kendim içtim bir kahvemi içip kırk yıl hatırımı yâd edecek dostum olmadı. Sonra bir gün düşündüm nerden düştüm bu kuyuya? Arayanım yok mu bu dünyada? Öldü mü sandılar?  Yoksa unutup maziye mi gömdüler. Bu yalnızlık dipsiz kuyu ile başladı nerede son bulacak?  Bu yalnızlıkta benin sonum ne olacak? Düşündüm taşındım bir cevap bulamadım. Böylece düşüne dururken bir gece vakti gözlerim daldı yıldızların parladığı rüyaların ötesine. Bir ses işittim öyle uzaktan; düşün, düşün diyordu. Kalbime şüphe tohumları ekiyordu. Hani neredeler güvendiklerin, sevdiklerin... Evet dedim yoklar. Aramadılar, sormadılar, bir ses olsun etmediler. Hasret ne duymadılar. Bir katre özlem biriktirmediler. Etraf sessiz ve renksiz kendimle baş başa hala düşünüyordum. Bu nasıl bir rüya bilmiyordum. Sonra camdan sızan ay ışığı yüzümü okşarken uyandım. Aynı hayatı yaşamaya devam ettim. Amma velâkin dilime pelesenk oldu bir cümle, zihnimin çarkını çevirdi… Herkes gitti kimse yok! Yokluk yalnızlığa gebe şimdi…
Bu yalnızlığın sebebi sonunda anladım ki;kimse beni sevmiyor.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

YALNIZLIĞIN SİZCESİ…




Gece yarısına çeyrek var. Saatime bakışımın üzerinden saniyeler geçmesine rağmen tekrar tekrar bakıyorum. Soğuktan camları buharlaşmış saatimin... Bunu bilmem bir kaç kez bakışımın ardından ancak fark ediyorum. Son otobüs saat tam gece 12'yi gösterdiğinde kalkacak biliyorum. Durakta nöbeti devralan asker gibi bekliyorum bende. Elimde izlediğim sinema biletiyle oynuyorum bir yandan.

Derken benimle aynı sinemadan çıkan iki kişi geliyor durağa. Gecenin sessizliğine bir nebze olsun ses oluyorlar. İzledikleri filmin etkisinden olsa gerek yalnızlıktan dem vurmaya başlıyor biri. Yalnızlığa bir isim koyulacak olsa kendi ismimi koyardım diyor hüzünlü bir ses tonuyla.

İstemeden de olsa merak edip aralarında geçen sohbete kulak kesmeye başlıyorum…  Hâlbuki istemeden nasıl kulak kesilir insan? Oysa duymamak için çantamdan telefonumu çıkartıp bir iki müzik dinleyebilirdim. Ki genelde öyle zamanlarda yani en ihtiyaç duyduğum anda kulaklığımı yanıma almamış olurdum. Ya da bu ihtimal de söndü diyelim. Hadi kulaklığımı unuttum, bunun yerine içimden bir şarkı mırıldanamaz mıydım? Hâlbuki Böyle yaparak kendimi dinlemiş ve yanımdakilerin sesini de bastırmış olurdum.

'Ama' insan işte…

Asıl yapmak istediğinin bir iki kelimeyle üzerini örtmeye çalışır. Bir bahane sunu verir kendine her zaman. Hep bir 'ama' saklı tutar kendine…  Bahaneleri bir kenara bırakacak olursak konuşulan konu dikkatimi çekmişti.

Hâsılı dikkatimi cezbeden diğer husus ise; arkadaşıyla sinemadan yeni çıkan birinin yalnızlıktan yakınması, üstüne bir de yalnızlığa kendi ismini vermek istemesi olmuştu.

Elbette herkes kendi yorumunu katar hislerine…

Belki iki arkadaş sinemaya girmeden evvel bir yerlerde gezip zaman geçirmişlerdi beraber. Ne bileyim vitrin vitrin gezmişlerdi yahut bir çay bahçesinde oturmuşlardı…

Dolu gibi görünen boş şeylerdi belki de yalnızlığı çeken için tüm bunlar. Ki gece olup da kendine çekildiğinde şehir, tüm hazlar ve tatlar nihayet bulduğunda hissettikleri buydu; yalnızlık… Başka bir açıdan bakınca da hüzün doldu içime. Açımı şikâyet edene değil de şikâyetçi olunan kişiye çevirmiştim bu kez. Sizinle zamanını geçiren birinin yalnız olduğunu iddia etmesi haksızlık olmaz mıydı? Ve aklıma bir soruyu da kaçınılmaz olarak getirmişti bu bakış; kim daha yalnızdı? Sabırla dinliyordu arkadaşının hislerini. Sükûnetle… Kim bilir nasıl bir duygu içerisine hapsediliyordu böylelikle.

Nasılda umarsızca, hissizce sarf ediyorduk duygularımızı… Düşüncesizliğin zirvesine ulaşıyorduk böylelikle…

Acı! Yalnızlığa duçar olduğunu düşünmekte, senin yanında bulunup sana emek harcayanlara bu haksızlığı yapmak da acı!

Kendimizi yalnızlaştırırken, olanca sabrıyla yanımızda bulunanlara bu haksızlık ne acı!

Bu konuşmaya kulak kesilirken(!) defahatle saatime bakmamın üzerinden dakikalar geçmişken, gecenin zifiri karanlığında otobüsün farlarından yansıyan ışık gözlerimin içine doluyor sonra… 12 ye 1 kala… Doğruluyorum ve biniyorum tek yolcusunun ben olduğum otobüse. Yağmur çiselemeye başlıyor hafiften. Zamanlamayı harika buluyorum. Telefonumu çantamdan çıkartıp yanımda olmayacağını farz ettiğim kulaklığımı takıyorum kulaklarıma. Yağmur ve müzik iyi geliyor bu yolculuğa…

           Ve tüm bunlara binaen yalnızlık üzerine düşünmeye başlıyorum.
Ne dersiniz belki de bir yazardır yalnız olan? Çünkü hiç gitmediği bir sinemadan çıkar,
Hiç tanımadığı ve görmediği insanları görür, Hiç vuku bulmamış bir konuşmaya kulak kesilir…
    Nihayet hiç binmemiş olduğu otobüse biner ve yağmurun yağışını hayal eder…
                                             Sizce de kimdir yalnız olan?


14 Ağustos 2012 Salı


ORUÇ BAŞIMA VURDU DERİZ; YA KALBİMİZE VURMADI MI?

Çok şükür bir Ramazan-ı şerif ayına daha merhaba dedik. Kuşkusuz kimimizin merhabası daha coşkulu, daha istekli ve arzulu, ancak kimimizin merhabası da tam aksine korku ve şüphe dolu…   Aynı zamanda acaba sorularıyla yüklü…

Çünkü Şehr-i sıyam yani oruç ayı olarak anılan ramazan ayı bu yıl geçtiğimiz diğer birkaç yıl da olduğu gibi en uzun ve en sıcak günlere isabet etti.  Hal böyle olunca da birçok endişeyi beraberinde getirdi. Bu endişelere bir de her gün akşam haber bültenlerinde uzun uzadıya değinilen sıcak hava tablosu eklenince korkular bir kat daha arttı.

Eyvahlar havada uçuşur oldu. Eyvah havalar çok sıcak! Kavurucu sıcaklarda susuz oruç nasıl tutulacak? Nasıl dayanacağız uzun günlerde açlığa?

Bu minvalden korku saçan tutumlar orucun bir ibadetten çok açlık ve susuzluk savaşı(!) gibi algılanmasına neden oluyor desek abartmış olmayız…

Aslına bakarsanız bu sıkıntıları da yaşamaz isek açların susuzların halinden nasıl anlayacağımız da madalyonun diğer bir yüzü aslında. Bir de aklıma şu hatıraları getiriyor bu korku ve endişe dolu sorular. Aylarca kavurucu sıcakta biz dünya nimetlerinden faydalanırken, susuz Afrika çöllerinde çocuklar aylarca susuzluğa nasıl dayanabiliyordu? Biz obezite batağına batırırken aşırı israflarımızla bedenlerimizi kıtlık yaşayan Afrika ülkelerinde çocukların kemiklerine etleri yapışmış can çekişmiyorlar mıydı? Peki, halden anlıyor muyduk sahi, televizyonlarımızın başında ayağımızı uzatıp meyve tabağımızdaki meyveleri bir yandan tüketirken? İşte bu yıl ve önümüzdeki birkaç yıl ramazan aylarının meşakkatli olması beklide en güzel halden anlama kıvamına sokacak bizleri. Ne dersinizi?

Buna nispetle oruç ibadetini sadece açlık ve susuzluk olarak yansıtmak oruç’un asıl mahiyetine darbe vurmaktır! Evet, oruç şekil olarak imsak vaktinden, iftar vaktine kadar bir amaç uğruna ve bilinçli olarak yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak (bkz: İslam ansiklopedisi,581) olsa da bedenin dinlenmesinden ziyade ruhun manevi boyut kazanmasını hedeflemektedir. Merhamet, şefkat, sabır, şükür, hale rıza gibi temayülleri şahsımızda zirveleştirirken, aynını zaman da dili, gözü, gönlü her türlü kötülüklerden korumamız ve sakındırmamız hususunda bize yön veren en iyi öğreticilerdendir.

Yine oruç ibadetini açlıktan ibaret sananlar maalesef bütün günlerini ve güçlerini bu fikre adapte edeceklerdir. Bu da ister istemez dile şikâyet olarak yansıyacaktır.

 Bütün bir yıl Yüce Rabbimizin bizlere bahşettiği sayısız nimetlerden özgürce faydalandığımız halde; elhamdülillah şimdi üzerimize farz olan (bakara suresi, 183- 184)  orucumuzu eda ediyoruz bize sabretmek düşer diyebilme erdemini gösteremeyip aksine oruç başıma vurdu! Oruç mideme vurdu! Uzun ve sıcak günlerde oruç eziyet (!) haline geldi gibi şikâyetlerle oruç’un bizleri nefis mücadelesinden ziyade açlık mücadelesi içerisine sokacağı kuşkusuz…  Hâlbuki oruç değil açlık başa vurabilir. Oruç eziyet değil bilakis manevi temayülleri zirveleştiren bir ibadettir. İnsan vücuduna zara veren açlık greviyle karıştırılmamalıdır! Açlık grevi günlerce sürüp vücuda zarar verirken oruç belirli saatleri kapsar ayrıca sahur ve iftar olmak üzere bedeni gereğince beslemeyi öngörür.

 Bu sebeple oruca bu tarz isimler takmak onun kıymetine halel getirebilir ve dili şikâyetlerle kirleteceği gibi tuttuğumuz orucun mahiyetine de gölge düşürür.

Nitekim Peygamber Efendimiz (Sav) bir hadis-i şeriflerinde biz ümmetine şu ibretli ikazda bulunmuştur: ‘ oruç bir kalkandır; sakın oruçluyken, cahillik edip de kem söz söylemeyin…’  (buhari, savm 9, Müslim 30) anlaşıldığı üzere oruç tutmak sadece iştah ve şehveti dizginlemeyi değil bilakis dili kötü ve çirkin söz söylememeye karşı da kendimizi nasıl dizginlememiz gerektiğini öğretmektedir.

Oruç ibadetine olan algı şüphesiz ki kişiden kişiye farklılıklar arz eder. Farz-ı misal; birkaç ressamı bir araya getirsek ve onlara doğanın resmini çizmelerini söylesek, onların resmedecekleri resim mutlaka kendilerine göre bir duyuşu, bir görüşü yansıtacaktır. Her bir ressam aynı tabiat parçasını kendi süzgecinden geçirecek ve ona farklı farklı anlamlar katacaktır. İşte oruç ibadeti de böyle bir duygunun, içselliğin sonunda; her bireyde farklı sonuçlara gebe olacaktır tabir-i caizse bu dünyada ne ekersek ahrette onu biçeceğiz. Bir hadis-i şerifinde peygamber Efendimiz Yüce Rabbimizin ‘ oruç benim içindir; onun karşılığını ben vereceğim’ buyurduğunu haber vermiştir. (İslam ansiklopedisi, 581)

Dolayısıyla sevgili okur; dilimizi oruç tutarken açlık ve açlığın getirdiği sıkıntılarla meşgul etmemeli, tam aksine kalp âlemimize getireceğini umduğumuz güzelliklerle meşgul etmeliyiz.

Ve düşünmeliyiz/düşünelim bu Ramazan oruç başımıza değil kalbimize ne kadar vurdu!