25 Ocak 2013 Cuma

YİTİRDİKLERİMİZ ADINA SERENAT (2)




Seninle Ben; affetme diğerkâmlığı yerine intikam ateşiyle yandığımız gün yitirmiştik aşkı...
Hataları setr eyleyip karanlıklara gömmek var iken bağıra çağıra tüm mahremleri ifşa ettiğimiz gün yitirmiştik.
Unutamadığımızda acıları, tekrar tekrar yinelediğimizde kusurları...
Biz kendi elimizle kendi aşkımızı feda etmiştik.
Bir sen söylemiştin, bir ben saymıştım tüm küf tutmuş kederleri Ellerimizi kaldırmamıştık yüzümüze; kelimeleri vurmuştuk tokat gibi
Acımamıştık hiç. Merhamet ise çoktan naftalinlenip, allanıp pullanıp sandıklara kaldırılmıştı.
Böylece girift bir geceyi ellerimizde çoğaltıp, aydınlık sabahları gri renge boğmuştuk...

Biz Aşk’ı bile isteye, kendi hür irademizle tüketmiştik.
Bir çılgınlıktı bu kuşkusuz…
Bu israf, bu heba ediş bir çılgınlıktı…
Sevmeyi bilmediğimizden değildi yitirmemiz aşkı.
Yeteneksiz de değildik üstelik.
Öğretilmişti sevmek ta en başından. Ne aradık ne koşturduk peşinden. Sıcak bir anne kucağında öğrenmiştik hem de.
Saf ve temiz duygulardı öğrendiklerimiz.

Ne zaman ki kirli hesaplar temiz yüreklerimize kara bir leke gibi çalındı; işte o vakit bizde yitirdik sevdamızı.
Kalbimizin çeperleri sağlam bir kale gibiydi oysa.
En nadide köşesiydi kalp insanın.
Bakmayı bilene ibretli bir manzara seyreylerdi kalbimiz.
Ne göz, ne kulak gibi ayan beyan ortada değildi nihayetinde kalbimiz.  Bilakis Korunaklı bir kafeste saklıydı.
Ama ne zaman saldık zalim ellerin insafına kalplerimizi,
İşte o zaman hunharca bir katledilişle yağmalandı duygularımız.

Senle ben ve çokları yitirdi Aşk’ın masumluğunu sonunda.
Sonunda yağmurlar da bıraktı paslı kirişlerini aklamayı yüreklerimizin.
Ve
Gitti elimize karşılıksız verilen…
Ve
Gelsin diye tutuşmamızdan bu serenadımız…

23 Ocak 2013 Çarşamba

HOŞ GELDİN HÜZÜN...

Hüzün; yüreğin dili tutulmuş halidir. 
Sessizliğin ve sükûnetin temsilidir. 
Konuşmadan da çok şey anlatır hüzün sahibi.
Ve bir çiçek kadar narindir onu taşıyan yürek.

Hüzün; yüzde açan çizgilerin konuşan halidir.
Adeta ben buradayım, bu derin çizgilerin ardına yerleştim der bağıra çağıra.
İnsana en çok hüzün yakışır. Sessizliğine ses olur. 
Ayrılmaz bir parçasıdır insanın hüzün.

Hüzün; gittiği yere sürükler, aktığı yerde bulur mecrasını. 
Hiç yabancılık çekmez konduğu omuzlarda. 
En çokta taşıyan şikâyetçi olmaz omuzlarındaki ağırlığına. 
Bir bakmışsın ayaklarında pranga olmuştur. 
Ellerinde kelepçe, dilinde lal…
Ama ne bir şikâyet, ne bir erinme, ne de bir bıkkınlık göremezsin.

Hüzün; en çok yalnızlara yaraşır. 
Bir bardak  sıcak çayın yudumunda yutkunur onu yalnız kimse. 
İki dudağının arasından nefes olur işler sıcacık tenlere.
Bir çile değildir hüzün.
Çıkmaz sokaklarda bulmasıdır kendini insanın. 
Kendini aramasıdır kaybetmesi değil. 
Ağlamaların yerini sükûnetin almasıdır. 
Kahkahaların yerini sakin tebessümlere salmasıdır.

Hüzün; yüreğin dili tutulmuş halidir.
En büyük erdem uğradığı zaman iç dünyamızın kapısına,
Ve vurduğunda bir tıkla gönül çeperimize;
Hoş geldin Hüzün! diyebilmektir! kabul etmektir.
kabullenmektir...

22 Ocak 2013 Salı

DUR GENÇLİK! YOLCULUĞUN NEREYE?


 

Yolcu yolunda gerektir demiştir atalarımız. Ve böylece kulağımıza küpe olması gereken öğütlerini vermişlerdir. Hayatlarımız bir yolculuktan ibarettir. İnsan bu dünyaya giriş kapısı olan anne rahminden girer ve yine çıkış kapısı olan kabir kapısından bu dünyaya veda eder. Bu süreç içerisinde ise hep bir yolculuk halindedir. Bir yerden başka bir yere sefer halindedir. Yolculuğunun ne vakit biteceği ise muammadır.
Yolculuk, yolcunun kendine çizdiği bir yol haritası sayesinde sürer gider. Bilmediği yolları kâh sorar kâh kendi bilgi ve yeteneğiyle keşfeder ve kâh bir rehber ihtiyacı duyar onu takip eder. Böylelikle yolcu varacağı noktaya nihayet varır. Eğer bizde bir yolcu misali bir yola çıktıysak, bu yolculuğun nereye varacağını, nerede son bulacağını ve yolculuğumuzun seyrini önceden planlamalıyız ki; yolculuğumuz yolunda gitsin ve bizi nihai son olan kabir kapısına sağ ve salim ulaştırsın.
Yüce Allah c.c biz kullarını bu âleme yollarken başıboş ve rehbersiz bırakmamıştır. Bu da şu demek oluyor ki rehbersiz bir halde sürdürülecek dünya hayatı zorlu ve meşakkatlidir.  Nihai sona Selametle ulaşabilmek rehberler sayesinde mümkündür. Bu sebeple yüce Allah biz kullarına rehber olarak peygamberleri göndermiştir. Hiç şüphesiz İslam âlemine de peygamber ve rehber olarak sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed sav. İ yollamıştır. Peygamberlerin insanlara uyarıcı ve rehber olarak gönderilmesi bu hayat yolculuğunun mutlak bir istikamet üzere sürdürülmesini biz kullarında istemesindendir. Bu da Hud suresi 112. Ayetti kerimede şöyle geçer;  (EY HABİBİM!) Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol. Sen’inle beraber tövbe eden (mümin)’ler de emrolundukları gibi istikamet üzere olsunlar. Ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere bizden istikamet üzere olmamız isteniyor. İstikamet; umumi manasıyla bir hedefe tezatsız, tereddütsüz ve devamlı olarak yönelip ilerlemek demektir. Ve yine yaratılıştaki masumiyet ve safiyeti lekelemeden muhafaza edebilmektir. Bu da büyük gayretten geçmektedir. Öyle ki Allah dostları istikamet üzere bir yolda olmayı keramet olarak görmüşlerdir.
Dünyaya küçük bir bebek olarak geldiğimiz günden itibaren ve yaşlılığımıza kadar geçen süreçte en kıymetli ve önemli devir gençlik devridir. Gençlik dönemi dünyadan ahirete doğru olan yolculuğumuzda Allah’ın rızasını kazanabilmek için en çok sermaye elde ettiğimiz bir dönemdir. Peygamber Efendimiz de bu hususta ümmetine yaşlılık gelmeden evvel gençliğin kıymetini bilmesi gerektiği öğüdünü vermiştir. Dahi bu sözü gençlere çok önem verdiğini, sevdiğini, onlarla iyi ilişkiler kurmak istediği ve yine biz gençlerin ahlaki bir olgunluğa erişmesini istediği için kurmuştur. Şüphesiz Peygamber Efendimiz SAV ümmetine çok önem vermiştir. Bununla beraber gençlerinde iyi birer Müslüman birey olmaları için iyi eğitim almalarına o günkü şartlarda elinden gelen kadarıyla önem göstermiştir. Çünkü ilk ayet “oku” diye başlıyordu. Alak suresi 1. Ayet-İ Kerime. Ve yine Zümer suresinde “bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu” diyordu. Bu itibarla gençler indirilen ayetlerin okunması, anlaşılması, ezberlenmesi, yayılması, saklanması gelebilenlere öğretilmesi, gelemeyecek durumda olanlara öğretmen gönderilmek suretiyle öğretilmesini sağlıyordu. İlk yıllarda Hz. Erkamın evi eğitimin ilkokullarından biri sayılıyordu. Peygamber efendimiz bu denli çabalarken peki Müslümanlığa girenlerin ve gençlerin karşılığı nasıl oluyordu dersiniz? İslam’ın ilk yıllarında yaş ortalaması kaynaklara göre ila yaşları arasındaydı. Müslüman olduğu sırada Hz. Ali 10, Abdullah bin Ömer( ra) 13, Zeyd bin harise 15, Zübeyr bin el-Avvam ve Abdullah Mesud 16, Talha bin Ubeydullah, Sad bin Ebi Vakkas, Erkam bin Ebil-Erkam 17, Musab bin Umeyr yaklaşık 19, Cafer bin Ebi Talib 22, Osman bin Affan, Ebu Ubeyde bin el-cerrah 25-30 yaş arasındaydılar. Hazreti Ebu Bekir ise 38 yaşlarındaydı. İslam’ın yayılmasında bu genç insanların çok katkısı oldu. Kuran ayetlerini ezberlediler, anladılar, özümsediler, şahıslarında yaşadılar, toplum hizmetinde güzel örnekler verdiler. Kimisi zincirlere vuruldu ki kimisine de boğucu duman koklatıldı, Sad bin Ebi Vakkas ve Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretlerinde olduğu gibi anne ve babalarının,  kimileride Musab bin Umeyr gibi tüm akraba gurubunun protestosuna maruz kalarak psikolojik baskı altına alındılar. Ne var ki onlar aziz peygamberimizden aldıkları feyizle engelleri aşabildiler. Aralarında peygamber efendimizle büyük bir sevgi bağı oluşmuştu.
Peki ya şimdi ki dönem gençliği bu sevginin neresinde? Peygamber efendimiz kendi zamanında iken gelecekti ümmetine kardeşlerim hitabında bulunmuştu peki biz bu hitaba ne kadar yakınız? Bunun ne kadar tefekkürü içerisindeyiz. Peygamber efendimizden bedenen ayrı olsak bile ruhlarımız ona ne kadar yakın? Bu soruların muhasebesini sık sık yapmalıyız. Asırlar öncesinden bugüne kadar hiçbir tahribata uğramadan günümüze gelen bize emanet olarak bıraktığı kuran ve sünnetinin ne kadar peşinde ve izindeyiz. Bütün bu soruların cevabını verdiğimizde ve sonrasında hayatlarımızı kuran ve sünnetin izinde şekillendirdiğimiz de bizimde kuşkusuz peygamber efendimiz ile aramızda sevgi bağı oluşacaktır. Kuşkusuz yollar uzun ve meşakkatli. Aç kurtlar misali haramlar çevremizi kuşatmakta. Ve bize düşen ise bizim rehberimiz olan peygamber efendimizin önderliğinde bu yolculuğu tamamlamak. Bizim önümüzde şimdi iki seçenek var. Ya kurtlarla çevrili bu ormanda kendi bildiğimiz yoldan gideceğiz ya da rehberimizle beraber yürüyeceğiz bu sapa yolları. Evet, şimdi Ey Genç Senin yolculuğun kiminle ve Nereye?

BAŞKALARINI ANALİZ ETMEDEN EVVEL KENDİNİ ANALİZ ET!



Büyük bir muharebenin güçlü, çevik, hırslı, ihtiraslı, yenilmez, ya da yenilmeyeceğini düşünen muharipleri gibi inceden inceye hazırlanıyoruz karşımızdaki insanı yenilgiye, hezimete uğratmak için. Kılıçlarımızı kalkanlarımızı, zırhlarımızı büyük bir tedirginliğin gidericisi olarak kuşanıyoruz. Korumak ya niyetimiz kendimizi. Başkalarına kıyarken bir hamle de kendimizi demirden siperlerin ardına saklıyoruz.
En ağır silahlarımızı seçiyoruz kimi zaman, kimi zaman da daha hafiflerini kullanıyoruz.  Ne var ki en ağırından, en güçlüsüne kadar hepsinin tahrip etme gücü oluyor nihayetinde. Güçlü, zayıf demeden, suçlu mu masum mu dikkat etmeden girişiyoruz meydan savaşımıza adeta.
Bizim giriştiğimiz savaş silahlarla değil elbette. Bizim savaşımız kelimelerimizle, dilimizle… Ah şu kelime savaşlarımız! Hep karşımızdakiyle savaşma biçimimiz.  Kelimelerimiz; bazen zaaflarımız hasebiyle, bazen de ön yargılarımız nedeniyle kurşunlar misali hedefine fırlatılıyorlar.
Ardı arkası kesilmek, yorulmak bilmeyen çatışmalarımız, kavgalarımız hep ama hep başkalarıyla nedense? Hiç ama hiç kendinizle değil!
Dur, bir düşün! Bu yolculuk, bu sefer hazırlığı nereye? Kılıçtan kelimelerimizle hangi düşmanı alt etmeyi hedefliyoruz?  Kazanınca bu savaşı bize altından madalyalar mı takacaklar dersiniz ya da göğemi yükseleceğiz kutsallıktan? Hiç biri değilse zihinlerimizi sözlü savaş stratejileriyle kirletmek niye? Niye barışamıyoruz kimseyle? Bir kez olsun kendimize sefere çıkamıyoruz niye? 
Tası tarağı toplamışız kendimizden adeta. Kaçışımız uzaklara fersah fersah kendimizden. Ve bir türlü bu fersah miktarını aşıp kendimize koşamıyoruz, dahi bu sebeple de ulaşamıyoruz, varamıyoruz yine kendimize...
Çoğumuzda bir yetenek seli alıp başını gidiyor. Sormayın gitsin hepimizin 6. hissi kuvvetli... Karşımızdaki zat-ı âlileri bir çırpıda analiz edebiliyoruz. Ferasetimiz başkaları söz konusu olduğunda zehir gibi işliyor maşallah. Ama nasıl oluyorsa kendi nefsimizin işine mi gelmediğinden veyahut istikameti bir türlü kendimize mi yöneltemediğimizden bilinmez, bir tek kendimizi analiz edemiyor ve bu sebepten ötürü kendimizdeki kusur ve hataları göremiyoruz.  Oysaki Yunus "sen seni bil sen seni" dememiş miydi bize asırlar evvelinden?  Peki, o zaman bu sözü kendimize dayanak yapacak olursak biz ne kadar kendimizi biliyoruz? Ayşe nasıldır, Fatma neyin nesidir diye soracak olsalar a dan z ye anlatırız huylarını.  Ama kendimize gelince iki kelam edemeyiz bir arada.
Evet, bizim muharebemiz kelimelerimizle, davranışlarımızla. Ama içimizdeki düşmanla değil de illa karşımızdakiyle. Oysaki hatırlayın Tebük seferini. Sadece bir sefer idi. Ama öyle meşakkatli bir seferdi ki bu; Sahabe-İ Kiram Hazeratı evlerine döndüklerinde tanınmayacak halde etleri kemiklerine yapışmıştı açlıktan. Günlerce süren açlık ve sefer meşakkati o kadar ağırdı ki. Ama bu denli ağır olmasına karşın sefer dönüşü Peygamber Efendimiz; küçük cihattan büyük cihada döndük buyurmuşlardı. Nefsimizle savaşmamızın gerekliliğine dikkat çekmişti ve dahi zorluğunu da dile getirmişti. Belki çoğumuz biliyoruz bu gerçeği biliyoruz ve zorluktan kaçıyoruz.  İnsanız ya hani nisyandan geliyordu, unutan manasındaydı ya bir özelliğimiz; unutuveriyoruz. Hatırlatılmadıkça da sık sık öyle kolay kolay hatırlamıyoruz. Kolay olana meylimiz daha çok. Nitekim bu sebeple kendimizden ziyade karşımızdakinin kusurlarını, hatalarını görmek kolayımıza geliyor. Bir çırpıda deyiveriyoruz ben insanları çok iyi analiz ediyorum diye. Ama burada bir yanlışlık yok mu? Bu biraz da kusur araştırmak olmuyor mu?
Eğer kendimizi kötülüklerden korumak amacı ile faydalandığımız bir özelliğimiz ise bu ne ala. Ama gıybet etmek, kusur araştırıp bu kusuru yaymak gibi faydamıza olmayan, tam tersi zararımıza sebebiyet veren bir huy ise terk etmemiz gerekir bu davranışı. Zira kişi kusuru evvela kendinde görmelidir.  Atalarımız iğneyi başkasına çuvaldızı kendine batır diyerek de bu konuya dikkat çekmiştir zira. Aksi takdirde faydalı olabilecek bir özelliği kötüye kullanmış oluruz. O sebeple eğer analiz etme yeteneğimiz var ise bunu evvela bizzat kendimize yöneltmeliyiz.
Hâsılı odur ki; biz savaşımızı başkalarını tahrip ederek değil kendi nefsimizle verelim. Özelliklerimizi, yeteneklerimizi öncelikle kendimizde uygulayalım. Daha sonrasında olgunluk seviyesine erdiğimiz için başkalarıyla uğraşmaktan kendiliğimizden vazgeçeriz. Çünkü olgunluk bunu gerektirir. Çünkü Peygamber Efendimiz (SAV) nefsinizi terbiye edin derken bunu da istemektedir. Olgunluğa ermemizi… Ve böylelikle Kendimizle meşgul olmamızı, başkalarının kusurlarıyla meşgul olmamızı değil.
Ve artık bizim için bu söz; kendimi iyi analiz ederim; başkasını değil şeklinde olmalıdır…

21 Ocak 2013 Pazartesi

YİTİRDİKLERİMİZ ADINA SERENAT (1)...



Ne zamandı o?
Hani bulmuştuk yeni doğan güneşin ardında aydınlık bir geleceğe bakarken.
Umut çoktan doğmuştu gönül penceremizde ve oradan sızmıştı ruhumuzun derinliklerine doğru.
Vaktini, saatini hatırlıyor muyuz peki? Çok uzun zaman önce değildi, asırlar da geçmemişti daha.
Doğumumuzla yüreklerimize sızmıştı o.
Öyle sıradan değildi aşkı bulmamız. Öyle alelade rast gelmemişti. İlahi tohumlar serpilmişti ruhlarımıza. Aramamıştık onu hiç. Bize bir emanet, bir hediye, bir armağan olarak verilmişti.
Bize verileni yitirdiysek eğer; verilenin kısmetsizliğinden değildi elbet. Kıymetine binaen bizim dikkatsizliğimizdendi, gevşekliğimizdendi. Umursamazlığımızdan,   bencilliğimizdendi.
Şimdi avuçlarımız bomboş. Çehremiz ise tenha bir sessizlikte.
Can havliyle semaya uzanıyor ellerimiz. Yalvarıyoruz gidenin ardından diz çökerek.
Soluk soluğa aramaya başladık yitirdiğimizi.
                                          Oysa;
Nelere feda etmiştik Aşk’ı.  Kendi çıkarlarımız uğrunda ortaya koymuştuk bahis diye.
Ve sonra yenildiğimiz savaşlarda esir diye onu öne sürmüştük.
Bilmiyorum!
O mu gitti bunca sahipsizlikten, vefasızlıktan sonra bizden,
Yoksa biz mi göz göre göre kaçırdık onu ellerimizden.
Sahi biz Aşk’ı ne zaman yitirdik…